İnsan Mı Büyük, Evren Mi?
Her insanın maddeye bakan bir bedeni,
maddenin ötesinde düşünce ve şuur dünyası ve düşünceleri değerlendiren bir
benliği ile Allah’ın her bir ismini farklı oranlarda yansıtmasıyla oluşan
sıfatları vardır. İşte insan bedeni itibariyle madde âleminde; ruhu itibariyle melekût
yani emirler âleminde; zatı ve vasıfları itibari ile esma ve sıfat âleminde
yaşamaktadır.
İnsan, evrenin küçük bir modelidir. Yani,
insan bu kâinatın küçültülmüş bir halidir. Evren insan sevgisi için, buna
karşılık insan da Allah sevgisi için yaratılmıştır. Her ikisinde de Cenab-ı
Hakk’ın varlık ve birliğini, azamet ve kudretini gösteren sayısız deliller
vardır. Ve her ikisinde de aynı kanunlar hâkimdir. Bu yoldan hareketle evrenin
insan suretinde olabileceği düşünülebilir. Koca bir ağacı bir çekirdeğe
yerleştiren yüce yaratıcı, insanda da nice âlemler yerleştirmiştir. Bütün âlemlerin
örnek modelleri insanda vardır. Zaten maddi ve manevi âlem, bir insan olan
Muhammed SAV.’in yüzü suyu hürmetine yaratılmamış mıdır! Demek ki insan; iç içe
kenetlenmiş benzeri bir sistematiğin ve kâinatın kalbinde yer alan, kâinatın
ego isimli anahtarını elinde tutan bir varlıktır. Başka bir ifade ile evrenin
haritası insana takılmış ve anahtarı da insana verilmiştir. İnsan ruhu, ruhlar âleminin
küçük bir modeli olurken, hafızası levh-i mahfuzun küçük bir modeli olmaktadır.
Tek bir hücreden insana geçiş
sürecinde hücreler, aynen atomlar ve kâinat sistemi gibi bir denge ve düzene
tabi olurlar. Nasıl kâinatın bir parçası olan bir odunu yaktığınız halde yok
edemezsiniz, odun yanar kül olur, ışık olur, ısı olur, duman olur ama yok
olmaz. Hala enerji ile ifade edilebilen bir maddedir, yalnızca enerjinin bu
dünyaya matuf şekli değişmiştir. Aynen öylede, insan dahi kâinattaki tüm
varlıklar gibi ölünce yok olmamaktadır. Kâinattaki enerjilerin ilahi bir güçle
belirli yerlerde dolaşması ve tekrar belirli bir yerde yoğunlaşmasıdır aslında madde
aleminde gördüğümüz. İnsanı canlı kılan ruh insanın elinden alınınca, kimyasal
atıkları yani kemikleri, etleri tekrar toprağa intikal eder. Çürüyen etler ve
kemikler ise yok olmazlar.Çürümenin etkisi ile farklı bir enerjiye, atom
parçacıklarına dönüşürler. Sonra yüce yaratıcının kainatın özüne koyduğu fizik
kanunları gereği farklı aşamalardan geçerek kalsiyum, kireç, mineral ve tuz
gibi maddelere dönüşürler. Yani toprak olurlar. Çünkü ilk yaratılışta bile
çamur ve balçıktan yaratılan insanı canlı kılan vesile ruhtur. Çünkü ruh, bir
sonsuzluk yolcusudur.
Topraktaki demir atomunu ıspanak
vesilesi ile onu yiyen insanın kan hücrelerine nakış nakış işleyen ve ondan
insana güç veren Allahtır. Nasıl normalde ıspanak demiri yiyemecekken atomlar
halinde yiyebilmiş fakat gururlanmamış ise, insanın da demir gibi güçlü olunca
gururlanmaması ilahi kanunlar gereğidir. Yoksa demiri ıspanağa yedirten Allah,
kanunlarına baş kaldıran insanın topraktaki atıklarını porsuklara, yılanlara,
çiyanlara, kurtlara, kuşlara yedirebilir. Demiri atomlarına ayran, ıspanağı
kurutan, insanı öldüren Allah; bir gün demir atomunu da yok edebilir. İşte
insan ile kâinat arasında böyle binlerce benzerlikler ve yardımlaşmalar vardır.
Allah demir atomunu yaratmıştır, insan ise demirden yine Allah’ın verdiği
ilimlerle balta, silah, araba yapmıştır. Allah sinek yaratırken, kul uçak
yapmıştır. Uçak yapan insan; sinek kadar küçük, ya da dünya kadar büyük uçak
yapamayacağını anladığı zaman, kendi sanatı ile Allah’ın sanatı arasındaki
farkı görecek ve acizliğini anlayacaktır.
Allah, kâinat kitabını hangi kader
kalemi ile yazmış ise, insanı da aynı kader kalemi ile yazmıştır. Çünkü hem büyük
âlem olan kâinat, hem de küçük âlem olan insan, O’nun kudretinin sanatla
yapılmış bir ürünü ve kaderinin hikmetle yazılmış bir mektubudur. Yüce yaradan
şu kâinatı öyle emsalsiz bir biçimde yaratmış ki; onu adeta bir mescid haline
getirmiş, insanı bu mescidde secde eden bir kul fıtratında yaratmıştır. Bu
evren üzerindeki sanatını büyük bir kitap biçiminde ortaya çıkan yüce Allah, kâinatı
büyük bir tarla halinde inşa etmiş, insanı da bir köle halinde halketmiştir.
Kudreti ile büyük âlemde terbiye ediciliğini gösterirken, rahmeti ile de insana
nimetlerini sunuyor. Büyük âlem, bütün kâinatın birine ait olduğunu yani tek
bir elden çıktığını gösterir. Zaten yetenekli bir sanatkârın yaptığı her bir
eser, onu yapan sanatkârı göstermiyor mu? Eğer o sanatkâr her bir eserine
kendine ait taklit edilemez mühürler vurmuşsa, o eserler de hal diliyle “Beni
ancak falan sanatkâr yapabilir” diye ilan edecektir. Yaratılmış her bir
varlıkta, evrenin parçalarında ve bütününde O’nun birlik mührü göründüğü gibi;
küçük bir âlem olan insanın organları, hücreleri ve zerreleri üzerinde de O’nun
mührü görülür. Nasıl insan kâinatın küçük bir modeli ise, dünya dahi ahiret
hayatının küçük bir modelidir. Nasıl ki, insan kâinatın küçük bir modeli ise,
insandaki kalb de insan mahiyetinin küçültülmüş bir modelidir. Kuvvetli
duygularla donatılmış kalb hangi şeye el atarsa, bütün kuvveti ile onu talep
eder. Adeta bir karadelik gibi el attığı her şeyi yutmak istiyor ve şiddetli
bir bağ kuruyor. Allah’ın isimlerini tanıyabilmesi ve ayna olabilmesi gibi büyük
bir hikmetle bu şekilde siddetli ve geniş yaratılmış olan kalb, Allah için
programlanıp tasarlanmış. Dolayısı ile kalb, ancak Allah’ın zikri ve muhabbeti
ile tatmin olur. Yani insanın mahiyetinin efendisi ve merkezi kalbdir. Akıl,
kalbin karar vermesinde bir yardımcı durumundadır. Hakiki karar makamı yine kalbdir.
Kâinattaki azametli ve insana göre
çok büyük yazılmış ilahi tevhid hakikatleri, insanın mahiyetinde küçük ama
okunaklı bir biçimde yazılmıştır. İçeriği aynı olan iki kitaptan birisinin
yazılarının büyük olması nedeniyle ebadı büyük olurken, diğerinin yazılarının
küçük olması nedeniyle ebadı küçük olur. Bu hususta kâinat ve insan eşittir.
Sadece boyutu ve hacmi farklıdır. Demek
ki, kâinat küçülse insan, insan büyülse kâinat olur.
İnsanda fıtratına koyulmuş öyle yetenekler
ve duygular var ki, insanı kâinat kadar geniş yapan işte bu değerlerdir. Çünkü
insana verilmiş olan bu yetenekler ve duyguların her birisi, farklı bir âleme
açılan bir penceredir ve insan bu duygu pencereleri ile o âlemi seyreder,
iletişim kurar. Mesela göz görüntüler âlemine bir pencere iken, kulak sesler âlemine,
dokunma duyusu cismani âlemlere bir penceredir. Yine hayal kuvveti misal âleminin
bir penceresi, ruh ruhlar âleminin bir penceresi, kalb ise aşk ve muhabbet
dünyasının bir penceresidir. İnsan varlıklar âlemini okuyup anlamaya çalışırken
akıl penceresinden bakar. Mahiyetinin genişliğinde böyle binlerce his ve duygu
penceresi bulunduran insan, bu pencerenin her birisi ile farklı âlemlere yelken
açabilecek genişliktedir. Bedeni zindanda olan bir insanın, hayalen bütün
dünyayı gezmesi buna en güzel örnektir.
İnsan hücreye göre büyük, dünya
insana göre büyük ve güneş dünyaya göre büyük. Yani hep bir şeylerin bir
şeylere göre bazı sıfatların derecelerini aldıkları bir âlemde yaşıyoruz.
Trilyonlarca hücrenin oluşturduğu
insan, bir yönüyle trilyonlarca insan gibi; milyarlarca insanın oluşturduğu âlem,
bir yönüyle milyarlarca âlem gibi... Hücrede insanı, insanda âlemi bulmak
mümkün. Bu yönüyle bakıldığında âlemin ya da kâinatın sırları tek noktada,
birlik noktasında toplanmış. Dünya ile hücrenin, kâinat ile insanın aynı
özellikleri taşıdığını ve birimde bütünün var olduğunu görürüz. Ve diyebiliriz
ki insan küçük bir cisim olsa da, büyük âlemleri içine alacak kadar büyüktür.
Yusuf Avcu, İnsan Bir Sanattır 1
.............................***.............................
İnsan, fıtratının gereği olarak kalp
ve aklında ne yerleşmiş ise o hükme göre hadiseleri yorumlayıp algılar. Mesela
karamsar birisi her şeyi karamsar olarak okur ve anlar; hayatı da ona göre
şekillenir. İyimser birisi ise her şeye iyimser bakar. Renkli gözlüklerin
eşyayı renkli göstermesi gibi birşeydir bu. Güzel görmek bilinçli bir zihinle
ilgilidir. Bilinçaltına düşen güzel görüntüler, sezgilerimizi, duygu, düşünce
ve davranışlarımızı etkiler. Bu da hayat ile bağlantımızda yön verici bir etken
olur. Maddeden manaya, manadan tekrar maddeye dönen bir etkidir söz konusu olan.
Duyu organlarımızla bilincimize gelen her türlü bilgi, herhangi bir süzgeçten
geçmeden doğrudan inanç, duygu ve düşünce gibi kalıcı hafızamıza işlenir.
Sonraki zamanlarda bilinç bunu ihtiyaç duydukça kullanacaktır. Bilinçaltı
toprak gibidir. Düşünceler de tohum. Bu yüzden ne ekersek onu biçeriz. Nasıl
yaşarsak öyle ölür, nasıl ölürsek öyle diriliriz.
Her şeyin iyi tarafını ve güzel
çevresini görmek, yani imanlı bir iyimserliğe sahip olmak, güzel huy ve ahlakla
meşru dairede yaşamak ve bundan ilahi bir haz duymak; akıl, kalp ve ruhun her
zamanki durumu olmalıdır. Eğer insanın ruhu, aklı ve kalbi hakikat bilgisi ve
iman ilmi ile dolu ise; en zor ve tehlikeli zamanlarda, en bunaltıcı ve sıkıcı
anlarda bile insan iyimser olabilir. Ve bu iyimser bakıştan gelen enerji ile
olaylara tekrar iyimser bir yön verebilir. Hayatın dağlar gibi üzerimize gelen
hâdiselerinden iyimser olmakla kurtularak; yeniden bir diriliş, yeniden bir
toparlanma ve şahlanma sağlanabilir. Niceleri vardır ki, hayatları dert ve çile
ile geçmiş, maruz kaldığı zorluklara ve zulümlere rağmen hayata iyimser
bakabilmişler ve ümitlerini asla yitirmemişlerdir.
Diğer taraftan ruh, bu âleme göz
penceresinden bakar. Eğer insan gözünü nefis hesabına çalıştırırsa, geçici ve
devamsız bazı güzellikleri seyir ile nefsinin ve şehvetinin hizmetçisi olur.
Eğer aynı gözü Allah için çalıştırsa, o zaman o göz; şu kâinat kitabının bir
araştırmacısı, ilahi sanat eserlerinin hakiki bir seyircisi ve dünya
bahçesindeki rahmet çiçeklerinin çalışkan bir arısı gibi olur. Kâinatı anlamsız
ve tesadüften ibaret olarak görenler, her şeyden rahatsız olup azap ve sıkıntı
çekerler. İnanan insan ise; her şeyin anlamlı, faydalı, hikmetlerle dolu ve
Allah’ın tasarrufunda olduğunu bilir. Bunun için kâinattaki her şey kalbine
sevimli ve huzurlu yansır. Bir gün Hz. İsa (a.s.) havarileri ile birlikte bir
koyun leşinin yanından geçerler. Leşin dayanılmaz kokusundan havariler
burunlarını tıkayıp yüzlerini buruştururlarken, Hz. İsa (a.s) onların dikkatini
koyunun dişlerine çekerek: “Aman ya Rabbi, şu hayvanın ne güzel, bembeyaz
dişleri var” der. Böyle bir hadiseden bile Allah’a açılan bir kapının olduğunu ve
O’na işaret ettiğini gösterir.
Yine bir gün Hz. Peygamber ashabıyla
beraber yürürken yol kenarında bir köpek ölüsüne denk gelirler. Sahabelerden
bazıları manzara karşısında “Bu leş ne kadar da pis kokuyor” demekten
kendilerini alamazlar. Bu durum karşısında S.A.V. Efendimizin tepkisi ise hayli
farklı olmuştur: “Köpeğin ne güzel dişleri var!”
Allah’ın her işinde bir güzellik,
estetik ve bir sanat olduğuna göre; o güzelliği göremeyenlerin zihninde beliren
çirkinlik görüntüsü, o şahsın eksik ve yetersiz ilminden ve zayıf muhakemesinden
kaynaklanır. Allah’ın yaratması, umum neticelere ve faydalara bakar. İnsan ise,
her şeye kendi küçük penceresinden bakar ve elindeki küçük neticelere göre
değerlendirir. Meselâ, içine elimizi soktuğumuzda elimizi yaktı diye ateşe
“bütünüyle zararlıdır” diyebilir miyiz? Elbette diyemeyiz. Biz onu şerli ve
zararlı yapmışız. Biz onun genel neticelerine bakıp faydalı ve lüzumlu olduğuna
hükmederiz. Zira elektrik, yağmur, rüzgar veya şeker, tuz gibi maddeler de böyledir.
Kâinatın özü sevgi olduğundan, nesnelerde onu bize sevdirecek olan
yönlerini görebilmek ve bu güzelliği doğrudan yaratana bağlamak büyük bir
erdemdir. Kimileri bu dünyaya ilahi isimlere ayna olan bir mekân olarak bakar,
kimileri de cennete tarla olarak görür. Kimileri de vardır ki, şehvet ve
heveslerinin oyun alanı olarak görür. Bir Müslüman dünyanın ilk iki yönünü
sever. Derinlemesine düşünür, ibadet ve tefekkür ile bu açıdan dünyayı
değerlendirir. Helal dairede faydalanır ve zevk alır. Dünya sevgisinin
tehlikeli olanı ise, şehvet ve heveslerine oyun alanı olarak görmektir. Peygamber
Efendimiz, “ Sana safa (huzur ve sevinç) veren şeyi al, üzüntü ve keder veren
şeyi de bırak” buyurmuştur. Demek ki insan, daima kendisine huzur veren,
moralini ve ümidini arttıran güzel şeylere bakmalı, güzel şeyleri düşünmeli,
güzel şeyleri hayal etmelidir. Kendisine keder ve üzüntü veren, yese düşürüp
moralini bozan, acı çektiren, kötü ve menfi şeylere bakmamalı; onlarla aklını,
fikrini ve hayalini meşgul etmemelidir.
En kötü şeyde bile mutlaka bir iyi taraf vardır. Mesela yarıya kadar su
doldurulmuş bir bardak düşünün. İlk bakışta boş olan yarısını mı, yoksa dolu
olan diğer yarısını mı görüyorsunuz? Dolu olan tarafı gören insan şükreder.
Hadisenin hep iyi tarafını bulup ona bakmaya çalışır. Ve böyleleri, kötü
şartlar altında dahi mutlu ve huzurlu olmanın anahtarını elde ederler. Sonra
yemek duaları bile Bediüzzaman’ın ki gibi olur:” Bize gösterdiğin numunelerin,
gölgelerin asıllarını, menbalarını göster” . Ve eşyanın gerçek hakikatin bir
yansıması olduğunu fark ederek, eşya sahibine daha bir samimi yönelir. Çünkü bu
konuma gelen insan fark eder ki, burada bir gölgenin başka bir gölgeyi
doyurması söz konusudur. Rüyalarda da öyle değil midir? İnsan rüyasında yer,
içer. Yediklerinden ve içtiklerinden tatmin olur, lezzet alır. Fakat uyandığı
zaman aç olduğunu anlar ve gerçek gıdasını aramaya başlar.
İnsanların birbirini sağcı, solcu, dindar, dinsiz gibi etiketlerle
yaftalayarak farklı kutuplara gitmesinin temel nedeni; güzel görmemesi, güzel düşünmemesidir.
Böyleleri hayatı bir birine zindan ederler. Karşısındaki hakkında güzel
düşünseler, belki kendileri de daha güzel olacaklar. Belki daha güzel yerlere
gelecekler. Belki daha başarılı olacaklar. Dünyayı birbirine zindan edenler,
hem dünyanın fani olduğunun hem de herkese yetecek kadar geniş olduğunun güzel
düşününce farkına varacaklar. İşte o zaman yaşamak yerine yaşatmak
isteyecekler. Ve herkes hayatından lezzet alacak. Hem bu dünyada huzurlu
olacak, hem de öbür tarafta kardeşine davacı olmadan sonsuz mutluluğu
yakalayacak. Aslında asrımızın ihtiyacı olan proje "nasıl güzel
düşünürüm" şeklinde olmalıdır.
Bütün bunlardan tekrar anlarız ki, güzel
gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır. Uğursuz ve çirkin
bakan çirkin düşünür, çirkin düşünen de hayattan elem ve azap duyar. Dolayısı
ile sürekli şikâyet eder ve isyankâr olur.
Yusuf Avcu, İnsan Bir Sanattır 1
.............................***.............................
İnsan Bir Sanattır
İlahi bir sanat sergisi
İnsan, Vicdan, Kur'an ve Kainat
İnsanın emrinde, insana köle olmuş alem,
Bakışlarında saklı, fani bir lezzet olmuş hayat.
İnsan değerli bir pırlanta, insan eşsiz bir sanat
Huzur iklimine götürüyor, yüzündeki estetik
İnsan bir ayna, insanda yansıyor hakikat
İnsan, Vicdan, Kur'an ve Kainat
İnsanın emrinde, insana köle olmuş alem,
Bakışlarında saklı, fani bir lezzet olmuş hayat.
İnsan değerli bir pırlanta, insan eşsiz bir sanat
Huzur iklimine götürüyor, yüzündeki estetik
İnsan bir ayna, insanda yansıyor hakikat
Madde
ile mana buluşuyor kalbde
Ney misali inliyor insan
Ruh bir kuş olmuş beden kafesinde
Sır içinde sır, sır içine gizlenmiş düşman
Aynada çetin bir savaş, aynada latif duygular
Ney misali inliyor insan
Ruh bir kuş olmuş beden kafesinde
Sır içinde sır, sır içine gizlenmiş düşman
Aynada çetin bir savaş, aynada latif duygular
Bir
kandil olmuş, yanıyor insan!
Sırlarla doludur kâinat. İnsan da öyle. Mükemmel bir sanat eseridir hem kâinat hem de insan. Ve bir sanatkârı vardır. İlahi sanatın farklı desenleriyle süslenmiş manzaralarla dolu kâinat. Yalnızca sanatkârların değil, sıradan insanların bile sürekli ilgisini çekmiş. Asıl ilhamını kâinatta var olan ilahi sanattan alan sanatçılar, ilahi sanatla hep iç içe olmuşlar. O yüzden, ilahi bir dil olan kâinatın dilinden sanat adamları iyi anlar. Kâinatta gördükleri ve hayran kaldıkları kusursuz güzellik ve estetiği, onların sürekliliğini ve ilahi sanat değeri taşıyan varlıklarda kavradıkları hikmet pırıltılarını eserlerine konu ederek, bu güzellikleri başkalarına da anlatmaya çalışırlar.
Yusuf Avcu, İnsan Bir Sanattır 1
.............................***.............................
Sırlarla doludur kâinat. İnsan da öyle. Mükemmel bir sanat eseridir hem kâinat hem de insan. Ve bir sanatkârı vardır. İlahi sanatın farklı desenleriyle süslenmiş manzaralarla dolu kâinat. Yalnızca sanatkârların değil, sıradan insanların bile sürekli ilgisini çekmiş. Asıl ilhamını kâinatta var olan ilahi sanattan alan sanatçılar, ilahi sanatla hep iç içe olmuşlar. O yüzden, ilahi bir dil olan kâinatın dilinden sanat adamları iyi anlar. Kâinatta gördükleri ve hayran kaldıkları kusursuz güzellik ve estetiği, onların sürekliliğini ve ilahi sanat değeri taşıyan varlıklarda kavradıkları hikmet pırıltılarını eserlerine konu ederek, bu güzellikleri başkalarına da anlatmaya çalışırlar.
Sanat seçkin bir dildir. Onunla
insan, kâinattaki tüm varlıklarla konuşur, derin manaları anlar, hikmetleri
kavrar. Ve kâinatı tanıyarak algıladığı söylemleri edebiyat, şiir, şarkı,
türkü, resim gibi daha birçok değişik sanat dalında ana tema yapar, konularında
işler. Sanatçı için renkler bir dildir, çiçekler bir dildir, güneş bir dildir.
Ağaç, ot, ateş, su, rüzgâr hep bir dil olur sanatçının gönlüne hitap eden. Bu
dillerden en iyi anlayan sanatçılardır. Bülbül ile gülün arasındaki duygu seli
kadar canlıdır, şair ile gülün arasındaki hisler. Fakat şair anlar ki; bir yüce
Zat vardır gülü açtıran, bülbülü öttüren, şairi söyleten…
Demek sanatın mükemmelliğinde, yani
yaratılan her şeyde Yaratanın mükemmelliği görülür. Ve görmeyi de veren yüce
yaratıcı, hem bizzat görür hem de verdiğini göreni görür. Mutlak iradesi, cemal
ve kemalinin tecellisi ile mahlûkatı yaratan Zat-ı Zülcelal, böyle bir imtihan
dilemiş ve bu imtihana insan ve cinleri seçmiştir. Her şeyi kusursuz yaratan
Allah, imtihan şartlarını ve imtihan yerini de son derece kusursuz ve mükemmel
bir şekilde yaratmıştır. Kâinattaki ve kendindeki güzellikler ve mükemmel denge
ile irkilen, nesnelere ve olaylara daha derinlemesine bakan, daha derin
tefekkürlere dalan insan anlar ki; gördüğümüz tüm güzellikler, ilahi sanatın
bizim bakış açımıza göre ifade ettiği değerlerdir.
Herhangi bir güzellik ve mükemmellik
sahibi olan birisi, elbette kendisindeki güzelliği ve güzel sıfatlarını göstermek
ister. O güzellikleri muhteşem bir sanat eseri olarak yaratan Allah; sanatını
sergilemek için seyir mekânları, sergi salonları hazırlamış. Bununla sanatının
mükemmelliğini, zenginliğinin ihtişamını, kendi büyüklüğünü, sonsuz kudret ve
ilmini insanlara göstermek istemekte, yani kendisini yarattığı kullarına
tanıtmak istemektedir.
Bir güzellik ve mükemmellik sahibi
olan her insan, bu özelliğini yansıtma
isteği duyar. İlahi sanattan aldığı dersler ve ilhamlar ile sanat eserleri
ortaya koyar. Sonra bu eserleri, bazı sergi salonlarında izlenmek üzere
seyircilere sunar. Mesela bir ressamın manevi bir değer olan resim yapma
kabiliyeti, maddi bir aynaya yansımalı ki başkalarına gösterilebilsin. Ona göre
yapılan resimler, manevi olan resim yeteneğinin maddeye yansımasıdır. Bu
sanatın ve sanatçının olmazsa olmazıdır. Çünkü hem kendi sanatını bizzat
kendisi izlemiş olur, hem de seyirciler ve başkalarının bakışı ile sanatını
görmüş olur.
“Allah yeryüzünü sizin için bir sergi yapmıştır” (Nuh Suresi 19) ayeti bize gösteriyor ki, yalan dünya diye
tabir edilen ve muhteşem bir sanatla dizayn edilen dünyamız, gerçek varlıkların
numuneleri için bir sergi salonu hükmündedir. Allah’ın kemal ve cemalinin, yani
güzelliklerinin ve güzel sıfatlarının izlenebilmesi amacıyla, numune ve
gölgelerin yansıdığı bir aynadır dünya…
Gerçek hazinelerinin numuneleri için
bu dünyayı binbir çeşit sanatla halk eden Allah, elbette hakiki hazinelerini,
hünerlerini, gerçek sanat eserlerini, kendi huzurunda daha muhteşem bir tarzda
gösterecektir. Cennet gibi öyle sergi salonları açacak ki, akılları hayrette
bırakacak. Ve bu şekilde hem kendisini sevdirecek, hem takdirleri toplayacak,
hem de kendini tanıtmak ve cemalini göstermek için bu kâinatı antika sanatlarla
süslendirecek…
Yusuf Avcu, İnsan Bir Sanattır 1
Yorumlar
Yorum Gönder