İNSAN


İnsan Mı Büyük, Evren Mi?

Her insanın maddeye bakan bir bedeni, maddenin ötesinde düşünce ve şuur dünyası ve düşünceleri değerlendiren bir benliği ile Allah’ın her bir ismini farklı oranlarda yansıtmasıyla oluşan sıfatları vardır. İşte insan bedeni itibariyle madde âleminde; ruhu itibariyle melekût yani emirler âleminde; zatı ve vasıfları itibari ile esma ve sıfat âleminde yaşamaktadır.
İnsan, evrenin küçük bir modelidir. Yani, insan bu kâinatın küçültülmüş bir halidir. Evren insan sevgisi için, buna karşılık insan da Allah sevgisi için yaratılmıştır. Her ikisinde de Cenab-ı Hakk’ın varlık ve birliğini, azamet ve kudretini gösteren sayısız deliller vardır. Ve her ikisinde de aynı kanunlar hâkimdir. Bu yoldan hareketle evrenin insan suretinde olabileceği düşünülebilir. Koca bir ağacı bir çekirdeğe yerleştiren yüce yaratıcı, insanda da nice âlemler yerleştirmiştir. Bütün âlemlerin örnek modelleri insanda vardır. Zaten maddi ve manevi âlem, bir insan olan Muhammed SAV.’in yüzü suyu hürmetine yaratılmamış mıdır! Demek ki insan; iç içe kenetlenmiş benzeri bir sistematiğin ve kâinatın kalbinde yer alan, kâinatın ego isimli anahtarını elinde tutan bir varlıktır. Başka bir ifade ile evrenin haritası insana takılmış ve anahtarı da insana verilmiştir. İnsan ruhu, ruhlar âleminin küçük bir modeli olurken, hafızası levh-i mahfuzun küçük bir modeli olmaktadır.
Tek bir hücreden insana geçiş sürecinde hücreler, aynen atomlar ve kâinat sistemi gibi bir denge ve düzene tabi olurlar. Nasıl kâinatın bir parçası olan bir odunu yaktığınız halde yok edemezsiniz, odun yanar kül olur, ışık olur, ısı olur, duman olur ama yok olmaz. Hala enerji ile ifade edilebilen bir maddedir, yalnızca enerjinin bu dünyaya matuf şekli değişmiştir. Aynen öylede, insan dahi kâinattaki tüm varlıklar gibi ölünce yok olmamaktadır. Kâinattaki enerjilerin ilahi bir güçle belirli yerlerde dolaşması ve tekrar belirli bir yerde yoğunlaşmasıdır aslında madde aleminde gördüğümüz. İnsanı canlı kılan ruh insanın elinden alınınca, kimyasal atıkları yani kemikleri, etleri tekrar toprağa intikal eder. Çürüyen etler ve kemikler ise yok olmazlar.Çürümenin etkisi ile farklı bir enerjiye, atom parçacıklarına dönüşürler. Sonra yüce yaratıcının kainatın özüne koyduğu fizik kanunları gereği farklı aşamalardan geçerek kalsiyum, kireç, mineral ve tuz gibi maddelere dönüşürler. Yani toprak olurlar. Çünkü ilk yaratılışta bile çamur ve balçıktan yaratılan insanı canlı kılan vesile ruhtur. Çünkü ruh, bir sonsuzluk yolcusudur.
Topraktaki demir atomunu ıspanak vesilesi ile onu yiyen insanın kan hücrelerine nakış nakış işleyen ve ondan insana güç veren Allahtır. Nasıl normalde ıspanak demiri yiyemecekken atomlar halinde yiyebilmiş fakat gururlanmamış ise, insanın da demir gibi güçlü olunca gururlanmaması ilahi kanunlar gereğidir. Yoksa demiri ıspanağa yedirten Allah, kanunlarına baş kaldıran insanın topraktaki atıklarını porsuklara, yılanlara, çiyanlara, kurtlara, kuşlara yedirebilir. Demiri atomlarına ayran, ıspanağı kurutan, insanı öldüren Allah; bir gün demir atomunu da yok edebilir. İşte insan ile kâinat arasında böyle binlerce benzerlikler ve yardımlaşmalar vardır. Allah demir atomunu yaratmıştır, insan ise demirden yine Allah’ın verdiği ilimlerle balta, silah, araba yapmıştır. Allah sinek yaratırken, kul uçak yapmıştır. Uçak yapan insan; sinek kadar küçük, ya da dünya kadar büyük uçak yapamayacağını anladığı zaman, kendi sanatı ile Allah’ın sanatı arasındaki farkı görecek ve acizliğini anlayacaktır.
Allah, kâinat kitabını hangi kader kalemi ile yazmış ise, insanı da aynı kader kalemi ile yazmıştır. Çünkü hem büyük âlem olan kâinat, hem de küçük âlem olan insan, O’nun kudretinin sanatla yapılmış bir ürünü ve kaderinin hikmetle yazılmış bir mektubudur. Yüce yaradan şu kâinatı öyle emsalsiz bir biçimde yaratmış ki; onu adeta bir mescid haline getirmiş, insanı bu mescidde secde eden bir kul fıtratında yaratmıştır. Bu evren üzerindeki sanatını büyük bir kitap biçiminde ortaya çıkan yüce Allah, kâinatı büyük bir tarla halinde inşa etmiş, insanı da bir köle halinde halketmiştir. Kudreti ile büyük âlemde terbiye ediciliğini gösterirken, rahmeti ile de insana nimetlerini sunuyor. Büyük âlem, bütün kâinatın birine ait olduğunu yani tek bir elden çıktığını gösterir. Zaten yetenekli bir sanatkârın yaptığı her bir eser, onu yapan sanatkârı göstermiyor mu? Eğer o sanatkâr her bir eserine kendine ait taklit edilemez mühürler vurmuşsa, o eserler de hal diliyle “Beni ancak falan sanatkâr yapabilir” diye ilan edecektir. Yaratılmış her bir varlıkta, evrenin parçalarında ve bütününde O’nun birlik mührü göründüğü gibi; küçük bir âlem olan insanın organları, hücreleri ve zerreleri üzerinde de O’nun mührü görülür. Nasıl insan kâinatın küçük bir modeli ise, dünya dahi ahiret hayatının küçük bir modelidir. Nasıl ki, insan kâinatın küçük bir modeli ise, insandaki kalb de insan mahiyetinin küçültülmüş bir modelidir. Kuvvetli duygularla donatılmış kalb hangi şeye el atarsa, bütün kuvveti ile onu talep eder. Adeta bir karadelik gibi el attığı her şeyi yutmak istiyor ve şiddetli bir bağ kuruyor. Allah’ın isimlerini tanıyabilmesi ve ayna olabilmesi gibi büyük bir hikmetle bu şekilde siddetli ve geniş yaratılmış olan kalb, Allah için programlanıp tasarlanmış. Dolayısı ile kalb, ancak Allah’ın zikri ve muhabbeti ile tatmin olur. Yani insanın mahiyetinin efendisi ve merkezi kalbdir. Akıl, kalbin karar vermesinde bir yardımcı durumundadır. Hakiki karar makamı yine kalbdir.
Kâinattaki azametli ve insana göre çok büyük yazılmış ilahi tevhid hakikatleri, insanın mahiyetinde küçük ama okunaklı bir biçimde yazılmıştır. İçeriği aynı olan iki kitaptan birisinin yazılarının büyük olması nedeniyle ebadı büyük olurken, diğerinin yazılarının küçük olması nedeniyle ebadı küçük olur. Bu hususta kâinat ve insan eşittir. Sadece boyutu ve hacmi farklıdır.  Demek ki, kâinat küçülse insan, insan büyülse kâinat olur.
İnsanda fıtratına koyulmuş öyle yetenekler ve duygular var ki, insanı kâinat kadar geniş yapan işte bu değerlerdir. Çünkü insana verilmiş olan bu yetenekler ve duyguların her birisi, farklı bir âleme açılan bir penceredir ve insan bu duygu pencereleri ile o âlemi seyreder, iletişim kurar. Mesela göz görüntüler âlemine bir pencere iken, kulak sesler âlemine, dokunma duyusu cismani âlemlere bir penceredir. Yine hayal kuvveti misal âleminin bir penceresi, ruh ruhlar âleminin bir penceresi, kalb ise aşk ve muhabbet dünyasının bir penceresidir. İnsan varlıklar âlemini okuyup anlamaya çalışırken akıl penceresinden bakar. Mahiyetinin genişliğinde böyle binlerce his ve duygu penceresi bulunduran insan, bu pencerenin her birisi ile farklı âlemlere yelken açabilecek genişliktedir. Bedeni zindanda olan bir insanın, hayalen bütün dünyayı gezmesi buna en güzel örnektir.
İnsan hücreye göre büyük, dünya insana göre büyük ve güneş dünyaya göre büyük. Yani hep bir şeylerin bir şeylere göre bazı sıfatların derecelerini aldıkları bir âlemde yaşıyoruz.
Trilyonlarca hücrenin oluşturduğu insan, bir yönüyle trilyonlarca insan gibi; milyarlarca insanın oluşturduğu âlem, bir yönüyle milyarlarca âlem gibi... Hücrede insanı, insanda âlemi bulmak mümkün. Bu yönüyle bakıldığında âlemin ya da kâinatın sırları tek noktada, birlik noktasında toplanmış. Dünya ile hücrenin, kâinat ile insanın aynı özellikleri taşıdığını ve birimde bütünün var olduğunu görürüz. Ve diyebiliriz ki insan küçük bir cisim olsa da, büyük âlemleri içine alacak kadar büyüktür.
Yusuf Avcu, İnsan Bir Sanattır 1


.............................***.............................


Hayatın lezzet ve tadı, bakışlarındaki manada saklı



İnsan, fıtratının gereği olarak kalp ve aklında ne yerleşmiş ise o hükme göre hadiseleri yorumlayıp algılar. Mesela karamsar birisi her şeyi karamsar olarak okur ve anlar; hayatı da ona göre şekillenir. İyimser birisi ise her şeye iyimser bakar. Renkli gözlüklerin eşyayı renkli göstermesi gibi birşeydir bu. Güzel görmek bilinçli bir zihinle ilgilidir. Bilinçaltına düşen güzel görüntüler, sezgilerimizi, duygu, düşünce ve davranışlarımızı etkiler. Bu da hayat ile bağlantımızda yön verici bir etken olur. Maddeden manaya, manadan tekrar maddeye dönen bir etkidir söz konusu olan. Duyu organlarımızla bilincimize gelen her türlü bilgi, herhangi bir süzgeçten geçmeden doğrudan inanç, duygu ve düşünce gibi kalıcı hafızamıza işlenir. Sonraki zamanlarda bilinç bunu ihtiyaç duydukça kullanacaktır. Bilinçaltı toprak gibidir. Düşünceler de tohum. Bu yüzden ne ekersek onu biçeriz. Nasıl yaşarsak öyle ölür, nasıl ölürsek öyle diriliriz.


Her şeyin iyi tarafını ve güzel çevresini görmek, yani imanlı bir iyimserliğe sahip olmak, güzel huy ve ahlakla meşru dairede yaşamak ve bundan ilahi bir haz duymak; akıl, kalp ve ruhun her zamanki durumu olmalıdır. Eğer insanın ruhu, aklı ve kalbi hakikat bilgisi ve iman ilmi ile dolu ise; en zor ve tehlikeli zamanlarda, en bunaltıcı ve sıkıcı anlarda bile insan iyimser olabilir. Ve bu iyimser bakıştan gelen enerji ile olaylara tekrar iyimser bir yön verebilir. Hayatın dağlar gibi üzerimize gelen hâdiselerinden iyimser olmakla kurtularak; yeniden bir diriliş, yeniden bir toparlanma ve şahlanma sağlanabilir. Niceleri vardır ki, hayatları dert ve çile ile geçmiş, maruz kaldığı zorluklara ve zulümlere rağmen hayata iyimser bakabilmişler ve ümitlerini asla yitirmemişlerdir.

Diğer taraftan ruh, bu âleme göz penceresinden bakar. Eğer insan gözünü nefis hesabına çalıştırırsa, geçici ve devamsız bazı güzellikleri seyir ile nefsinin ve şehvetinin hizmetçisi olur. Eğer aynı gözü Allah için çalıştırsa, o zaman o göz; şu kâinat kitabının bir araştırmacısı, ilahi sanat eserlerinin hakiki bir seyircisi ve dünya bahçesindeki rahmet çiçeklerinin çalışkan bir arısı gibi olur. Kâinatı anlamsız ve tesadüften ibaret olarak görenler, her şeyden rahatsız olup azap ve sıkıntı çekerler. İnanan insan ise; her şeyin anlamlı, faydalı, hikmetlerle dolu ve Allah’ın tasarrufunda olduğunu bilir. Bunun için kâinattaki her şey kalbine sevimli ve huzurlu yansır. Bir gün Hz. İsa (a.s.) havarileri ile birlikte bir koyun leşinin yanından geçerler. Leşin dayanılmaz kokusundan havariler burunlarını tıkayıp yüzlerini buruştururlarken, Hz. İsa (a.s) onların dikkatini koyunun dişlerine çekerek: “Aman ya Rabbi, şu hayvanın ne güzel, bembeyaz dişleri var” der. Böyle bir hadiseden bile Allah’a açılan bir kapının olduğunu ve O’na işaret ettiğini gösterir.

Yine bir gün Hz. Peygamber ashabıyla beraber yürürken yol kenarında bir köpek ölüsüne denk gelirler. Sahabelerden bazıları manzara karşısında “Bu leş ne kadar da pis kokuyor” demekten kendilerini alamazlar. Bu durum karşısında S.A.V. Efendimizin tepkisi ise hayli farklı olmuştur: “Köpeğin ne güzel dişleri var!”

Allah’ın her işinde bir güzellik, estetik ve bir sanat olduğuna göre; o güzelliği göremeyenlerin zihninde beliren çirkinlik görüntüsü, o şahsın eksik ve yetersiz ilminden ve zayıf muhakemesinden kaynaklanır. Allah’ın yaratması, umum neticelere ve faydalara bakar. İnsan ise, her şeye kendi küçük penceresinden bakar ve elindeki küçük neticelere göre değerlendirir. Meselâ, içine elimizi soktuğumuzda elimizi yaktı diye ateşe “bütünüyle zararlıdır” diyebilir miyiz? Elbette diyemeyiz. Biz onu şerli ve zararlı yapmışız. Biz onun genel neticelerine bakıp faydalı ve lüzumlu olduğuna hükmederiz. Zira elektrik, yağmur, rüzgar veya şeker, tuz gibi maddeler de  böyledir.

Kâinatın özü sevgi olduğundan, nesnelerde onu bize sevdirecek olan yönlerini görebilmek ve bu güzelliği doğrudan yaratana bağlamak büyük bir erdemdir. Kimileri bu dünyaya ilahi isimlere ayna olan bir mekân olarak bakar, kimileri de cennete tarla olarak görür. Kimileri de vardır ki, şehvet ve heveslerinin oyun alanı olarak görür. Bir Müslüman dünyanın ilk iki yönünü sever. Derinlemesine düşünür, ibadet ve tefekkür ile bu açıdan dünyayı değerlendirir. Helal dairede faydalanır ve zevk alır. Dünya sevgisinin tehlikeli olanı ise, şehvet ve heveslerine oyun alanı olarak görmektir. Peygamber Efendimiz, “ Sana safa (huzur ve sevinç) veren şeyi al, üzüntü ve keder veren şeyi de bırak” buyurmuştur. Demek ki insan, daima kendisine huzur veren, moralini ve ümidini arttıran güzel şeylere bakmalı, güzel şeyleri düşünmeli, güzel şeyleri hayal etmelidir. Kendisine keder ve üzüntü veren, yese düşürüp moralini bozan, acı çektiren, kötü ve menfi şeylere bakmamalı; onlarla aklını, fikrini ve hayalini meşgul etmemelidir.

En kötü şeyde bile mutlaka bir iyi taraf vardır. Mesela yarıya kadar su doldurulmuş bir bardak düşünün. İlk bakışta boş olan yarısını mı, yoksa dolu olan diğer yarısını mı görüyorsunuz? Dolu olan tarafı gören insan şükreder. Hadisenin hep iyi tarafını bulup ona bakmaya çalışır. Ve böyleleri, kötü şartlar altında dahi mutlu ve huzurlu olmanın anahtarını elde ederler. Sonra yemek duaları bile Bediüzzaman’ın ki gibi olur:” Bize gösterdiğin numunelerin, gölgelerin asıllarını, menbalarını göster” . Ve eşyanın gerçek hakikatin bir yansıması olduğunu fark ederek, eşya sahibine daha bir samimi yönelir. Çünkü bu konuma gelen insan fark eder ki, burada bir gölgenin başka bir gölgeyi doyurması söz konusudur. Rüyalarda da öyle değil midir? İnsan rüyasında yer, içer. Yediklerinden ve içtiklerinden tatmin olur, lezzet alır. Fakat uyandığı zaman aç olduğunu anlar ve gerçek gıdasını aramaya başlar.

İnsanların birbirini sağcı, solcu, dindar, dinsiz gibi etiketlerle yaftalayarak farklı kutuplara gitmesinin temel nedeni; güzel görmemesi, güzel düşünmemesidir. Böyleleri hayatı bir birine zindan ederler. Karşısındaki hakkında güzel düşünseler, belki kendileri de daha güzel olacaklar. Belki daha güzel yerlere gelecekler. Belki daha başarılı olacaklar. Dünyayı birbirine zindan edenler, hem dünyanın fani olduğunun hem de herkese yetecek kadar geniş olduğunun güzel düşününce farkına varacaklar. İşte o zaman yaşamak yerine yaşatmak isteyecekler. Ve herkes hayatından lezzet alacak. Hem bu dünyada huzurlu olacak, hem de öbür tarafta kardeşine davacı olmadan sonsuz mutluluğu yakalayacak. Aslında asrımızın ihtiyacı olan proje "nasıl güzel düşünürüm" şeklinde olmalıdır.

Bütün bunlardan tekrar anlarız ki, güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır. Uğursuz ve çirkin bakan çirkin düşünür, çirkin düşünen de hayattan elem ve azap duyar. Dolayısı ile sürekli şikâyet eder ve isyankâr olur.
Yusuf Avcu, İnsan Bir Sanattır 1


.............................***.............................





İnsan Bir Sanattır



İlahi bir sanat sergisi
İnsan, Vicdan, Kur'an ve Kainat
İnsanın emrinde, insana köle olmuş alem,
Bakışlarında saklı, fani bir lezzet olmuş hayat.
İnsan değerli bir pırlanta, insan eşsiz bir sanat
Huzur iklimine götürüyor, yüzündeki estetik
İnsan bir ayna, insanda yansıyor hakikat


Madde ile mana buluşuyor kalbde
Ney misali inliyor insan
Ruh bir kuş olmuş beden kafesinde
Sır içinde sır, sır içine gizlenmiş düşman
Aynada çetin bir savaş, aynada latif duygular
Bir kandil olmuş, yanıyor insan!


.............................***.............................






Sırlarla doludur kâinat. İnsan da öyle. Mükemmel bir sanat eseridir hem kâinat hem de insan. Ve bir sanatkârı vardır. İlahi sanatın farklı desenleriyle süslenmiş manzaralarla dolu kâinat. Yalnızca sanatkârların değil, sıradan insanların bile sürekli ilgisini çekmiş. Asıl ilhamını kâinatta var olan ilahi sanattan alan sanatçılar, ilahi sanatla hep iç içe olmuşlar. O yüzden, ilahi bir dil olan kâinatın dilinden sanat adamları iyi anlar. Kâinatta gördükleri ve hayran kaldıkları kusursuz güzellik ve estetiği,  onların sürekliliğini ve ilahi sanat değeri taşıyan varlıklarda kavradıkları hikmet pırıltılarını eserlerine konu ederek, bu güzellikleri başkalarına da anlatmaya çalışırlar.

Sanat seçkin bir dildir. Onunla insan, kâinattaki tüm varlıklarla konuşur, derin manaları anlar, hikmetleri kavrar. Ve kâinatı tanıyarak algıladığı söylemleri edebiyat, şiir, şarkı, türkü, resim gibi daha birçok değişik sanat dalında ana tema yapar, konularında işler. Sanatçı için renkler bir dildir, çiçekler bir dildir, güneş bir dildir. Ağaç, ot, ateş, su, rüzgâr hep bir dil olur sanatçının gönlüne hitap eden. Bu dillerden en iyi anlayan sanatçılardır. Bülbül ile gülün arasındaki duygu seli kadar canlıdır, şair ile gülün arasındaki hisler. Fakat şair anlar ki; bir yüce Zat vardır gülü açtıran, bülbülü öttüren, şairi söyleten…

Demek sanatın mükemmelliğinde, yani yaratılan her şeyde Yaratanın mükemmelliği görülür. Ve görmeyi de veren yüce yaratıcı, hem bizzat görür hem de verdiğini göreni görür. Mutlak iradesi, cemal ve kemalinin tecellisi ile mahlûkatı yaratan Zat-ı Zülcelal, böyle bir imtihan dilemiş ve bu imtihana insan ve cinleri seçmiştir. Her şeyi kusursuz yaratan Allah, imtihan şartlarını ve imtihan yerini de son derece kusursuz ve mükemmel bir şekilde yaratmıştır. Kâinattaki ve kendindeki güzellikler ve mükemmel denge ile irkilen, nesnelere ve olaylara daha derinlemesine bakan, daha derin tefekkürlere dalan insan anlar ki; gördüğümüz tüm güzellikler, ilahi sanatın bizim bakış açımıza göre ifade ettiği değerlerdir.

Herhangi bir güzellik ve mükemmellik sahibi olan birisi, elbette kendisindeki güzelliği ve güzel sıfatlarını göstermek ister. O güzellikleri muhteşem bir sanat eseri olarak yaratan Allah; sanatını sergilemek için seyir mekânları, sergi salonları hazırlamış. Bununla sanatının mükemmelliğini, zenginliğinin ihtişamını, kendi büyüklüğünü, sonsuz kudret ve ilmini insanlara göstermek istemekte, yani kendisini yarattığı kullarına tanıtmak istemektedir.

Bir güzellik ve mükemmellik sahibi olan her insan,  bu özelliğini yansıtma isteği duyar. İlahi sanattan aldığı dersler ve ilhamlar ile sanat eserleri ortaya koyar. Sonra bu eserleri, bazı sergi salonlarında izlenmek üzere seyircilere sunar. Mesela bir ressamın manevi bir değer olan resim yapma kabiliyeti, maddi bir aynaya yansımalı ki başkalarına gösterilebilsin. Ona göre yapılan resimler, manevi olan resim yeteneğinin maddeye yansımasıdır. Bu sanatın ve sanatçının olmazsa olmazıdır. Çünkü hem kendi sanatını bizzat kendisi izlemiş olur, hem de seyirciler ve başkalarının bakışı ile sanatını görmüş olur.

“Allah yeryüzünü sizin için bir sergi yapmıştır”  (Nuh Suresi 19) ayeti bize gösteriyor ki, yalan dünya diye tabir edilen ve muhteşem bir sanatla dizayn edilen dünyamız, gerçek varlıkların numuneleri için bir sergi salonu hükmündedir. Allah’ın kemal ve cemalinin, yani güzelliklerinin ve güzel sıfatlarının izlenebilmesi amacıyla, numune ve gölgelerin yansıdığı bir aynadır dünya…

Gerçek hazinelerinin numuneleri için bu dünyayı binbir çeşit sanatla halk eden Allah, elbette hakiki hazinelerini, hünerlerini, gerçek sanat eserlerini, kendi huzurunda daha muhteşem bir tarzda gösterecektir. Cennet gibi öyle sergi salonları açacak ki, akılları hayrette bırakacak. Ve bu şekilde hem kendisini sevdirecek, hem takdirleri toplayacak, hem de kendini tanıtmak ve cemalini göstermek için bu kâinatı antika sanatlarla süslendirecek…


Yusuf Avcu, İnsan Bir Sanattır 1



 





 

Yorumlar