VİCDAN



        Kalk Ey İnsanoğlu! Uyuduğun Yeter Artık!


Hem kendi sermayesini, hem ecdadının bıraktığı mirası yiyip bitiren, varlığın esas gayesinden uzak ve keyifli bir hayat süren; yeni bir dirilişe ve yeniden uyanışa hasret olmakla birlikte, harekete geçmek için adeta bir keramet, bir mucize bekleyen bu vatanın evlatlarından birisinin günlüğünden ibretlik bir kesit…
Yaz sıcaklarının insanı bunalttığı gecelerde en gözde mekândır orası... Cami çıkışı on dakikalık bir yürüyüş akabinde buraya gelinebiliyordu. Gelen herkes tarihi ardıç ağaçlarının altında hemen yerini alır ve keyif çayının gelmesini dört gözle beklerdi. Osmanlı ardıçları olarak ün yapan ağaçların arasındaki Selçuklulardan kalma çeşmeden yükselen su sesi ve esen rüzgârın, ağaçların dallarına çarpmasıyla ortaya koyduğu o eşsiz musikinin eşliğinde sıcacık çayı yudumlamanın üzerine bir keyif yoktu onlar için...
Yine böyle bir cuma gecesiydi. Cemaat camiden daha yeni dağılıyordu ki, bir curcuna koptu sanki... Herkes birşeyler söylüyor, ama hiçbir şey anlaşılmıyordu. Tam o sırada camiden yeni çıkmakta olan bekçi Selim:
“ Ne oluyor, ne var?” diye haykırdı.
Herkes Osmanlı ardıçlarına doğru bakıyordu. Bekçi Selim’in gözleri fal taşı gibi açılmış, ağzı açık, bakakalmıştı. O eşsiz mekânda, enteresan ve kocaman bir ışık, iki ağacın arasında dolaşıp duruyordu. Üstelik sürekli renk de değiştiriyordu. Bu manzara, cesurluğuyla ün salmış bekçi Selim’i bile ürkütmüştü... Muhtar Hasan Efendi, bastonuyla Bekçi Selim’i hafiften dürttü.
“Oğlum Selim, daha önce gördün mü şu ışığı?” dedi. O ise titrek bir sesle: “Yok görmedim” diyebildi. Dedi demesine, ama herkes ona bakıyordu. Ne de olsa bekçi idi. Öğrenmeliydi ne olduğunu. Bakışlara daha fazla dayanamadı. 
“Ben şimdi gider öğrenirim “dedi. Tüfeğini daha bir sıkı tuttu. Fişekleri kontrol edip yola koyuldu. Karşı tepeye vardığında ışık çoktan kaybolmuştu. Bir anlam veremedi. Ekili dikili alanları kontrol etmek için diğer tarafa yöneldi.
Her zamanki dolaştığı yerleri tekrar dolaştı. Güneş doğmak üzereyken aynı tepenin üzerine tekrar geldi. Asırlık ardıç ağaçlarının birisine yaklaştı. Etrafı küçük taşlarla çevriliydi. Ortasıysa yemyeşil çimen… 
“Şurada biraz dinleneyim”  diye mırıldandı. Ağaca sırtını dayadı, çok geçmeden uyuyakaldı. 
Çok geçmeden yüreğini hoplatan bir sesle irkildi. Dayanamayıp tekrar uykuya dalsa da aynı ses onu rahat bırakmıyor, sanki kulaklarında yankılanıp duruyordu. Beş dakikada bir yine aynı ses… Hep aynı ses.
“Kalk ey insanoğlu! Ecdadının mirasını bitirdin, yetmedi mi? Kalk ey insanoğlu! Biz burada niçin yatıyoruz hiç düşünmedin mi? Kalk ey insanoğlu! Yattığın yetmedi mi?”
Yerinden öyle bir fırladı ki… “Hay Allah! Kabrin üzerine yatmışım, gerçi bu vatanın her tarafı kabir. Keşke önceden anlayabilseydik!” diye söylendi ve köye doğru süratle koşmaya başladı… Bir taraftan da avazı çıktığı kadar bağırıyordu:
“Şimdi koşma zamanı, artık koşma zamanı…”
Attığı her adımda o ürpertici ses, kulaklarında yankılanıyor ve adeta beyninde deprem etkisi yapıyordu… Her adımda aynı ses, her solukta aynı ses…
“Kalk ey insanoğlu, uyuduğun yeter artık!”
“Kalk ey insanoğlu, Hakk’ı savunanlara delil yalnız biz mi kaldık? Durum öyle vahim ki, biz bile kalktık!”
Yusuf Avcu, İnsan Bir Sanattır 1 
***

Binince hayal atına, çıkarsın rahmet katına!


Hayal, bu günkü kullandığımız manada kuruntularla oluşturulan bir tür gerçeklerden kaçış değildir. Çünkü hayal, madde âlemiyle ruhani âlem arasında bir köprüdür. Esasen hayal, hava içerisinde bir tefekkür gezisidir. 


Düşünme, düşleme, fikretme manalarında kullanılan hayal, hakikatin iç yüzünü anlama adına yapılan tefekkürdür.


Gizli bir hazine olan ve bilinmek isteyen Allah, bunun için kâinatı yaratmıştır. Fakat O’na ulaşmak adına yetmişbin perde geçmek gerekir. Bununla birlikte Allah hikmeti dilediğine verir. İnsanın bu sırlı perdeleri açması adına gerekli olan hikmetin, Allah’tan bir yardım olarak geliş şekillerinden bir tanesi de hayallerdir.


Namaz kılarken kendisini Kâbe’de ve Kâbe’nin etrafındaki Arş’a kadar devam eden manevi zikir ve tesbih dairesinin içerisinde hayal eden bir kul, Rabb’inin sonsuz varlığına karışmaya başlar. Manevi olarak her yükselişinde kendini bir üst basamakta tahayyül eder. 


Manevi olarak hakiki yükseliş ise, insana verilen kalb, sır, ruh, akıl ve hayal gibi kuvvetlerin eğitilmesi ve yüzlerinin sonsuzluğa çevrilmesi ile olur. Zaten akıl ve hayal sonsuz mutluluğu arama yeteneğine sahiptir.


Hayal bir kimsenin aynada gördüğü görüntü gibidir. Bir yönü ile kendi suretini aynada algılayan insan, hakikat boyutuyla algılayamaz. Bunun diğer bir örneği gölgeyi gün ışığından ayıran çizgidir. Çizgi gibi görünse de gölge ve gün ışığının varlığından, bu iki gerçekliği birbirinden ayırdığından dolayı vardır. 


Zaten hayalin en belirgin özelliği bedensiz yani soyut olanı somutlaştırmak; cismani olanı da soyutlaştırmaktır. Şiir ve edebiyat eserleri bu ufuktan doğarlar. Mesela şiir ile cansız bir cisim konuşturulur. Yani insanın duyguları çıplak olarak hayal âlemine girerler ve her biri kendisine uygun bir biçim ve şekli alırlar.


Allah ezeli ve ebedidir. Mutlak güzellik ve mutlak varlıktır. İnsanın varlığı O’nun varlığını nisbeten bir gölge hükmündedir. Bu yüzden âlimler “bütün bir âlem, bir hayalden ibarettir” demişlerdir. Hayal yetisi insanın kendi hiçliğini görüp Mutlak Varlık olan Allah’ı tanıması ve bulması için bir kapıdır. İlahi belirtileri yani Allah’ın isim ve sıfatlarını tanımada önemli bir rol üstlenir. İlahi isim ve sıfatların tecelli ettiği varlıklar üzerinde tefekkür etmede insan hayal kuvvetini kullanır. Görünmeyen varlıkları kavramamızda yine hayal yardımcı olur. 


İnsan ibadetlerinde ve zikirlerinde aynı ibadet ve zikirleri geçmiş yapanlar ve gelecekte yapanlarla hayali olarak buluşabilir. Hayal, bir sinema şeridi gibi insana gördükleri üzerinde tefekkür ettirir ve görüleni lezzetli kılar. Dünya hayatındaki insana çirkin gözüken haller ve üzücü olaylar karşısında insan hayal ile manzaranın görünüşünü değiştirebilir. Mesela zindandaki bir insan hayali olarak özgür oduğunu tehayyül eder. Ve dışardaymış gibi kısa da olsa geçici bir lezzet alır. 


Bazen hayal insanın hayatını mahveden tetikleyici bir unsur olur. Nefsin kontrolüne girdiği zaman, insanı günah deryalarına daldırır. Çünkü günahın hayalinde günaha giden bir yol vardır.


Hayal, rahmet hazinelerinin bir anahtarıdır. Ruh hayale, akıl da fikre binip seyahat edebilir. Ruh hayal atı ile semaları ve yerin altlarını, hatta farklı asırları dolaşabilir. İlahi isimlerin yansımalarını keşfedebilir. Bu keşifte hayal bir dürbün vazifesi görür. Ve hayaliyle gezen insan yorulmaz. Bedeni ile gidemeyeceği yerlere gider ve döner. 


İşte hayal insanı böyle gizli hazinelere taşıyan tılsımlı bir binek ve anahtardır. Yeterki doğru eğitilip doğru ufuklara doğru yelken açsın.

Yusuf Avcu, İnsan Bir Sanattır 1





Dünyanın en hassas terazisi vicdandır


İnsanın iç dünyasını oluşturan hisler dış (zahiri) ve iç (Bâtıni) olmak üzere ikiye ayrılır. Görme, duyma, koklama, tatma ve dokunma duyguları kadar; akıl, hayal, vehim, hafıza ve müşterek hisler de vicdan için bir bilgi kaynağıdır. Ruhun bu bâtıni hislerle bilme ve tartma kabiliyetine “vicdan” denilir. Bu hislerle elde edilen bilgilerin ilk yaratılış fıtratı ile kıyaslanıp yargılanmasına da “vicdaniyat” denilir.
Vicdan, doğuştan insanın fıtratına yerleştirilmiş olan hakikatler ile insanın iç âleminde beliren bütün his ve duyguları, oluşan bütün düşünceleri kusursuz tartan ve sonuçlarını kalbe gönderen bir adalet sarayıdır. İnsanın manevi mahiyetine yerleştirilmiş Sırat köprüsü misali, kıldan daha ince ve çok hassas duyguları bile tartabilen fakat ancak hissedilebilen bir terazidir. Ruh denilen sonsuz hakikatin farklı bir yansımasıdır. Vicdandan gelen hakikatler kalbde depolanır. Kalb bu hakikatlere göre şekil alır. Vicdan hak ve hakikatleri her şart ve koşulda hissettiren bir erken uyarı sistemidir. Manevi âlemlerin bir haristası gibidir. Ahlaki değerlerin merkezidir. Kâinatta bizzat gördüğümüz kanunlar nasıl yalan söylemiyorlar ve doğrudan şaşmıyorlarsa vicdan da fıtrat kanunlarından şaşmaz. Ve her zaman her şartta doğru söyler. Fakat insan anlık durumu ve seviyesine göre onları duyabilir, anlayabilir.
Fakat bu hassas terazideki denge günahların etkisiyle alt üst olabilir. Bu yüzden insan fıtratı günahtan rahatsızlık duyar. Fakat insan günahları alışkanlık haline getirirse vicdan tephi vermez bir hale gelir. Fıtrata yerleştirilmiş ilk hali saç kılını bir tartabilirken, günahlarla hassas ayarları zedelenmiş ikinci hali tonluk ağırlıkları tartamaz bir hale gelir. Böyle birisinin sağlıklı hükümlere varması mümkün değildir.
Bu haliyle ayçiçeğine benzeyen vicdan, devamlı olarak insan fıtratına yaratılışta yüklenmiş olan hakikatlere yüzünü çevirmektedir. Sürekli olarak yüzünü güneşe doğru yönelten ayçiçeği, başı ağırlaşınca ancak yere bakabilmektedir. Vicdan da aynıdır. Günahlarla hakikatlere bakan yüzü kararırsa, artık hakikatlerin kaynağını takip edemez.
Yapılan her iyilikte iyiliğin özünde gizli olan mutluluk duygusunu kalbe ve ruha hediye olarak sunan bu sistem, yapılan her kötülükte de vicdan azabı dediğimiz acı ve hüznü ruh ve kalbde hissettirir. Ve buvazifesini yaparken asla affetmez ve insan fıtratına ilk yerleştirilen ilahi kanunları mutlaka uygular. Çünkü vicdan, insanın bozulmamış fıtratıdır.
Vicdanın ve ruhun, irade, zihin, his ve Rabbani latifeler olmak üzere dört esası vardır. Bunlardan iradenin asıl amacı Allah’a ibadet; zihnin asıl amacı Allah’ı tanımak; hissin asıl amacı Allah’a muhabbetti temin etmek, Allah’ı sevmek ve Rabbani latifelerin asıl amacı ise, Allah’ın isim ve sıfatlarının yansımalarını görmek ve onlara ayna olmaktır.
Vicdan, madde âlemi ile mana âleminin buluşma noktasıdır. İnsanın bedeni görünen varlıklardan istifade ettiği halde, aklı ve kalbi yaratıcısını tanımakla ve bulmakla tatmin olur. İşte vicdan beden aracılığıyla maddi âlemden gelen verilerin ve akıl, kalb ve hisler aracılığı ile manevi âlemlerden gelen verilerin ilk olarak birleştiği bir yerdir.
Bu nedenle insana Allah’ın varlık ve birliğini tanıttıran, anlatan manevi bir sistemdir. Çünkü vicdan, sanatla en güzel surette yaratılmış olduğunu hissettirir insan denilen eşsiz varlığa. Vicdandır insanı Allah’a yönelten. Aciz ve muhtaç bir varlık olduğumuzu bize hissettiren. Ve dua ederek yalnız ve yalnız Allah’a sığınmamızı sağlayan ve her vakir Allah’ın rahmetini celbeden. İnsan her aciz ve muhtaç olduğunu hissettikçe vicdan penceresinden yaratıcısına rahatlıkla sığınabilir.
Çünkü vicdan cezbesi sayesinde Allah’ı tanır. Allah’ın sonsuz ve mutlak güzelliği, isim ve sıfatları kâinatta müthiş bir cazibe kaynağı olmuştur. Bu cazibeye karşılık verecek olan çekilmeye müsait haller ve duygular ise, insanın fıtratına ve vicdanına yerleştirilmiştir. Vicdandaki bu Allah’ın cazibesine kapılma, çekilme ve bağlanma haline “incizap” denilir. Bu cazibe ve incizap hali sürekli devam eder durur. Bu durum alıcı ve vericilerden oluşan radar istasyonları gibidir. Vicdanın bu hali Allah’ın varlığına en büyük delillerden birisidir. Çünkü nasıl radyo alıcılarından çıkan ses bir radar istasyonunun varlığınına delil ise; insanların vicdanlarında hissettikleri cazibe halleri cazibedar bir hakikati insana gösterir.
Diğer taraftan vicdan nurun kaynaği ve sahibi ile muhatap olurken, akıl kaynaktan yayılan nur ile muhatap olmaktadır. Dolayısı ile vicdanın akla üstünlüğü, ışık kaynağının kaynaktan çıkmış olan ışığa üstünlüğü gibidir. Çünkü ilahi isim ve sıfatlar ilk olarak vicdan aynasına yansır. Vahye dayanan hakikatlerin ilk tecelli ettiği yer vicdandır. Akıl ise vicdan aynasına yansımaları görebilir ve değerlendirebilir. Ruhun bir şeyleri sezip kavramasıdır vicdan.
İman bir nurdur. İnsanların vicdanına Allah tarafından ihsan edilen bu nur ile hem vicdanın iç yüzü aydınlanır, hem de kalb bu nur üle bütün his ve duyguları aydınlatır.
Vicdanın mekanizmasını oluşturan öğeler hayal, rüya, irade, zihin, duygu, Rabbani latifeler, hafıza ve şuur şeklinde ifade ettiğimiz estetik kodlamalardır.

 Yusuf Avcu, İnsan Bir Sanattır 1

Yorumlar