Cennet nimetleriyle süslü olsa da dünya, küçük bir cehennem var ayaklarımızın altında
Cenneti de cehennemi
de henüz görmedik. Ama kutsal kitaplardan okuduklarımız ve Allah’ın elçileri
peygamberlerden bizlere kadar gelen mesajlardan öğrenebildiğimiz bir çok bilgi
mevcut dağarcığımızda.
Bizi biz yapan
özelliklerimiz, duygularımız, hislerimiz ile yapıp ettiğimiz iş, hareket ve
davranışlar ile sözlerimiz inşa ediyor sanki her ikisini de. Daha doğrusu insan
bunlarla layık olduğu ya da olacağı bir ahiret hayatının tercihini yapıyor.
Ancak tercih soruları bildiklerimizden farklı biraz. Sorular sırlı bulmacalar sanki.
Cevaplar ise alternatifli bulmacalar gibi. İşin en zor tarafı ise her şey
insanın duygularını, hislerini nasıl yönettiğine bağlı. Çünkü onların
yönetimlerine göre davranışlarına, hareketlerine ve sözlerine yön veriyor.
Şehvet, öfke gibi kimi duyguları insanı cehenneme yuvarlarken; iman, sevgi ve
sabır gibi kimi duyguları da cennete doğru koşmasına vesile oluyor. Adeta
cennet, cehennem, yer, gök, arş, kürsi hep insandadır. Tabii mecazi bir
anlatımdır bu. Hayır işler verdikleri zevk ve neşe ile cenneti, günahlar
verdikleri azap ve zulmet ile cehennemi tasvir eder.
İnsanoğlu, yeryüzünde
yaptığı hizmetlerin, ibadet ve hayırlı amellerin karşılığını çoğunlukla bu
dünya hayatında alamaz. Ama bu himmet ve gayretler asla boşa gitmez. Çünkü, her
sene yeryüzünde eskisinden daha güzel bir bahar, çeşit çeşit bahçeler haşreden
Allah, ahiret hayatında da kulları için cenneti haşredecektir. Zira vaad etmiştir.
Zatem bu dünyadaki cennet misali güzellikler cennetin bir habercisi değiller
midir?
Esas oan insanoğlunun
nereden geldiğini ve nereye gidiyor olduğunu bilmesidir. İnsan dünyanın bin
sene mesut hayatının, bir saat cennet hayatına mukabil gelmediğini; o cennet
hayatının dahi bin senesinin Allah’ın cemalinin uzaktan görünmesine mukabil
gelmediğini bilmesidir. Böyle güzel bir vaad varken yüceler yücesinden, yine
O’ndan gelen emir ve yasaklara uymadığı için cehennem gibi ağır ceza
memleketine doğru yol almak, insanın için akıllıca yapılmış bir tercih
olmayacaktır.
Salih kullarına vaad
ettiği cennete örnek olarak, yeryüzünü binbir çeşit güzelliklerle rengarenk
eşsiz bir sanat eseri olarak halkeden Allah; cehenneme örnek olarak da
gökyüzünde hararetini dahi ölçemediğimiz güneşi, yeryüzünde ise küçük bir
cehennem olan magmayı yaratmıştır. Bilindiği gibi yerin zeminine doğru gidildikçe
her otuz üç metrede bir derece artan sıcaklık, yerin tam merkezinde ikizyüzbin
dereceye ulaşmaktadır. İşte hergün yürürken adım adım, dünya ateşinden ikiyüz
kat daha şiddetli olan bu ateşin üzerinde yürüyoruz. Küçük bir cehennem var
ayaklarımızın altında. Demek bizi cennet
gibi süslü dünya hayatına göndererek cenneti kazanmamızı isteyen Allah,
Cehennem’in küçük bir örneğini ayaklarımızın altına ve ya güneş gübü tepemize
koyarak da Cehennem’den uzak durmamızı istiyor. Hem cennete hem cehenneme bir
çekirdek olmuş fani dünya. Tıpkı misafiri insan gibi. Çekirdekten ağacı,
ağaçtan meyveyi, meyveden tekrar çekirdeği halkeden Cenab-ı Allah; elbet bu
çekirdekten de cennet ve cehennemi halkedecektir. Çünkü sınavlarla örülü bir
ömür ya ödülü, ya cezayı gerektirir. Cezayı da mükafatı da veren Allah’tır. O
dilerse ateş yakar kül eder, dilerse güneş gibi ısı veren bir nimete dönüşür. O
dilerse cennetinde yıldızlara ışık ve nur verir, dilerse aynı yıldızlara
hararet ve nȃr verir.
Peygamberimiz (s.a.v)
“Zemherir namında, burudet ile yakan bir
ateş vardır” buyururken Cehennem ateşinin farklı kademeleri olduğuna işaret
etmektedir. Cehennem, cezalı kullaraın ateş ile terbiye edildiği,
cezalandırıldığı yerdir. Kısa olacağı gibi çok uzun da olabilir oradaki
azap.
Kainatı bir ağaca
benzetirsek, o ağacın sonsuza doğru uzanıp giden iki dalı, iki meyvesidir
cennet ve cehennem. Nurlu olan Cennet üstte, nȃrlı olan Cehennem alta. Zaten
tıpkı bir ağacın dalları gibi serpilmemiş mi cennet misali güzellikler. Aynı
ağacın kökleri gibi kök salmamış mı cehennem misali bir ateş ağacı. Cehennemin
dahi dalları girmiş, hilkat ağacındaki diğer dalların arasına. Hakikaten hem
nur, hem nȃr ırmakları akıyor kainatın her tarafında. Kainattaki bu devamlı
akışın aktığı yerdir, iki havuzdur cennet ve cehennem. Biz küçük bir dalını veya küçük bir kökünü
görüyoruz ırmakların. Ne yazık ki, çok azımız çözüyor bu muammayı. Bir çoğumuz
ise, ağacın meyvesini idrak edemeden göçüp gidiyoruz.
Kainat sarayını
sonsuz hikmetlerle kuran Cenab-ı Hakk, bu hikmetler için halden hale
değişmeleri, inkılabları murad buyurdu. Sonsuz gayeler için birlikte halketti
hayır ve şerri, güzellik ile çirkinliği, iyilikle kötülüğü. Cennet ve cehneneme
tohum olmak üzere karışık olarak serpti kainat mezrasına. Bu yüzden imtihan
yeridir dünya. İyilik ve kötülük karışık olmalıdır ki, insanlar arasında
dereceler ortaya çıksın. “Ey mücrimler!
Bir tarafa çekiliniz”(Yasin Suresi 59) ve “Daima kalmak üzere cennete giriniz” (Zümer Suresi 73) ayetlerindeki
hitap da ona göredir zaten.
Mevlana Celaleddin-i
Rumi “Bu cihanda göğe kadar basamak basamak yol bulan gizli merdivenler vardır.
Ve her insan başka bir merdivende, başka bir basamaktadır” der.
Yine “İnsanın küçük
bir dünyası belki küçük bir Cenneti dahi kendi hanesidir” der Bediüzzaman.
Ahiret inancıdır o haneyi cennet bahçelerinden bir bahçe kılan. İman
eksikliğidir elim endişeler, azaplar, huzursuzluk ve mutsuzluk içerisinde o
haneyi yakıp kavuran.
Demek ki hayat, insanın bir yükseliş hikayesidir. Cennete
ulaşabilmek için cennete çevirme gayretidir dünyayı. Artan derecelerle yaşamaya
çalışmaktır Allah’ın ayetlerini. Yeşertmektir cennet tohumlarını hane
içerisinde. Tersi insan hayatını
değersiz kıldığı gibi, Allah muhafaza
cehennemle sonuçlandıran bir neticedir.
İnsan
düşüncesini ve gönlünü bulanıklıktan kurtaran, vicdanına bir yol rehberi sunan
ve o yolu aydınlatan; bu aydınlıkta varlıklardaki sanatı, sanattaki mesajı
okutturan önemli kaynaklardan biri de
hikmettir.
Kainatın
inceliklerini üstün ilimle bilmek manasına gelen hikmet, bir uykudan, bir
yağmurdan, bir yumurtadan, bir sütten ders çıkarabilmektir. Allah Kur’an’da
baldan övgü ile bahseder. Oysa biz tadından hoşlandığımız halde yerken onu
yaratan Allah’ı düşünemiyoruz. Yine sütten övgü ile bahseder. O süt hayvanın
damarlarının arasından süzülerek gelir, ama bir damla kan bulaşmaz. Su yerden
çıkar, gökten iner, ama pırıl pırıldır. İşte hikmet budur. İnsan yediğinden içtiğinden
her şeyden ibret alır. Allah bunu her kuluna da vermez. İnsanoğlu her şeye boş
boş bakmamalıdır. Sadece yaratılan şeyin üstünlüğünü farkedip sadece ona
hayranlıkla bakmalı ve ince ruhlu olmalıdır. Allah’ın yaratılan her şeydeki
azametini büyüklüğünü görmek, ama ibadete yanaşmamak ise tezattır. Öyle ise
hikmet ilim ve amel ile bütünleşmiş Allah’ın bir lütfudur
Bir meyvede
Allahu Teala tat vermiş, renk vermiş, koku vermiş. Bunlar gibi bakarak görülen
her varlıkta nice sırlar nice hikmetler gizlidir. İşte bu sırların, bu gizli
hikmet hazinelerinin anahtarını Allah dilediğine verir. Fayda sağlayacak ve
hatta kötülüklerin önüne geçecek sebepleri, sevap kazandıracak işleri yapabilme
gücünü ve bilgisini akıl sahiplerinden dilediğine verir. Ve Allah kime hikmet
verirse o muhakkak ki, birçok hayra erdirilmiş olur. Ya da onu kim kavramışsa,
Hakk’ın lütuflarına mazhar olmuştur. Çünkü insan hikmetsiz binde bir hayra
erişebiliyorsa, bir hikmet ile binlerce hayra erişebilir.
Hikmet dünya ve ahiretin hayrını içine alır. Hikmetsiz hayır ise bir vardır, bir yoktur. Hikmeti veren Allah herhangi bir şarta da bağlı ve muhtaç değildir, ama alacak olan kul şarta bağlıdır . Hikmete düşünme ile başlar. Ancak bu temiz akıl ve temiz kalb ile olur. Allah'ın verdiği aklı şehvetlere ve şeytanın vesveselerine kaptıranlar ne kendi iç dünyalarındaki ilhamları, ne de dış dünyada olup biten ibretli sahneleri düşünüp anlayamazlar, kavrayamazlar. Çünkü hakkın ve hayrın alâmetlerini bilemediklerinden, onu seçip belirleyemezler ve bunu yapamayınca da hikmet yolunda ilerleyemezler. Büyük bir ilâhî lütuf olan hikmet, ancak temiz yürekli, temiz düşünceli gerçek akıl sahiplerine nasip olabilir. İnsanlar, algıladıklarını ve kavradıklarını bilirler ama, onu kendisine algılatanı bilemezler. Bilen ruhtur, akıl vasıta; gören ruhtur, göz vasıta…
Ancak ilk şartlar ve ilk sebepler, kayıtsız şartsız bir ön iradenin bağış eseri iken; hikmet düzeninde olayların cereyan şekli, kulun istek ve iradesi yanında ilâhî iradenin de o yönde tecellî etmesiyle meydana gelir. Kulun iradesi, bağlantı kurmaya yarayan küçük bir yoldur. Fakat kulun iradesi görünen sebep olsa da, ilahi irade gerçek sebebtir. Hikmet bir bakımdan Allah vergisi, bir bakımdan kulun kazanmasıyla ilgili sayılır. Ancak önünde ve sonunda ilâhî irade bulunmadan hiçbir şey meydana gelmez. Allah’ın iradesinin çok farklı şekillerde ortaya çıkıyor olmasından dolayıdır ki, hikmetin aslı ihsandır, hikmet eseri olan şeyler ise hem ihsandır, hem de gayret gösterilerek elde edilendir.
Akla yeni ufuklar açan, onun yolunu aydınlatan ve o aydınlıkta belki bir senede alınabilecek mesafeyi bir saatte aldıran ancak ve ancak fikirdir. Düşünerek doğru bilgiyi bulmak bilginin ve hakikatın asıl kaynağını bilmektir hikmet. Bulduğu ve bildiği hakikatleri hayata taşımaktır. Varlık alemini tüm inceliği ile tanımak, varlığı kendi gözüyle değil alemin sahibi olan Allah’ın istediği gözle bilmektir.
Bir şeyde kötülüğü gidermek ve iyiliği elde etmek varsa, işte onda hikmet mânâsı vardır. Bundan dolayı bir şeyin içinde gizlenen ve sonuç bakımından ortaya çıkacak olan fayda ve iyiliğe o şeyin hükmü ve hikmeti denilir. Güzeli ve kötüyü, iyiyi ve çirkini, doğruyu ve yanlışı iyice ayırt etmek ve doğru mekan ve zamanda yerine getirmek anlamı da taşıyan hikmet, sebepten önce olabildiği gibi, hedeften sonra da olabilir. Yani sebebin sebebi, amacın sonucu şeklinde ortaya çıkabilir. Bundan dolayı hikmet denildiği zaman, mutlaka ya bir sebep sonuç ilişkisi veya daha genel olarak bir sebebin nedeni ve buna benzer gerekçeli bir mânâ, ya da bilimsel veya amelî herhangi bir doğru karar söz konusudur.
En genel anlamda hikmet, fayda, yarar ve ihkâm anlamlarından dolayı her güzel bilginin ve her faydalı işin ismi olmuştur. Bir işin önünü sonunu düşünerek ve ondan doğacak bütün tehlikeleri bertaraf etmeyi gözeterek yapmak manasına gelir. Dolayısı ile, hem ilim, hem iş yapma hikmetin en esaslı mânâsını teşkil eder. Sadece görüp öyle yapan, bilip yapan kadar muvaffak olamadığı gibi, bilip yapan da, vicdanında duyup yapan kadar muvaffak olamaz. Her sarı, altın; her parlayan, ışık; her akan, su değildir. Çocuklar, iğne ve ilacı sevmezler, ama ateşle ve yılanla oynamaya bayılırlar. İlim aklıyla hikmet aklı da aynıdır. Sevilmeyen her şey, mutlaka çirkin ve fena demek değildir. Hikmetin meseleleri o denli ince ve akıl üstüdür ki, ilhamla kanatlanmayan aklın ona ulaşması çok zor, hatta imkansızdır.
Hikmetin gayesi, Allah’a ve ruha giden yolları, bazen eserden eser sahibine, bazen de eser sahibinden esere ulaştırma şeklinde aydınlatmaktır. Her iki yol da, insanın niyeti ölçüsünde insanı mutlak güzelliklere ulaştırabilir. İlimler aklın ziyası ise, hikmet ruh dünyamızda çakıp duran şimşekler gibidir.
Herhangi bir konuda kalbinden geçirerek ve dili ile söyleyerek, şu böyledir demeli, sorumluluğu unutmadan adaletli bir şekilde öyle yapmalı ve elde ettiği sonuçlarla vardığı kanaatlerle haksızlık yapmadan yapılan işte isabet sağlanmalıdır. İşte bu bir hikmet olur.
O halde yalnızca sözde doğru söylemek tek başına hikmet olmadığı gibi, yalnızca işi doğru yapmak da tek başına hikmet değildir. Konu hakkında gerçek ve doğru olan hükmü verirken, o hükmün gerçekten o olayın hakikatına uygun düşmesi, yani gerçek bilgiye dayanması, içinde bilgisizlik, yalan ve yanlış olmaması gerekir. Harekette isabet ise, kötülüğü gidermek, iyiliği elde edebilmek şeklinde sonuçlanmalıdır ki, o işin hükmü, hikmeti ve gayesi hasıl olsun. Sözde isabet Hakk’a, fiilde isabet hayra yöneliktir.
"Şunun hikmeti veya hakikatı şudur" demek yerine, "fıkhı şudur" da denilebilir. Hikmet gibi fıkıh da derin bilgi ile amaç ve maksadı kavramak ve faydalı iş anlamına gelir. "Allah kime hayır murad ederse onu dinde fakih kılar" hadisi şerifi bize hikmetin fıkıh manasına da geldiğini göstermektedir. İnsanın varlıklardaki sanatı okurken kendini ve Allah tarafından kendisi için belirlenen kuralları, o kuralları yerine getirebilmek yapması gereken görevlerini yerine getirmesidir fıkıh. Fakih (Fıkha hakim) olabilmek için fıkhın dayandığı temellerin neler olduğunu da bilmek şarttır. Çünkü fıkıh hem teorik, hem pratik yanları olan bir ilim olduğu için, bildiğini yaşama işiyle de yakından ilgili bir ilimdir. Yani öğrendiği ilmi ile amel etmeyen hikmete hakim olamaz ve kendisine fakih adı verilemez.
Her marifet hikmet olamaz, işin özünü, varlıkların özündeki manaları kavramak da şarttır. Varlıkların içyüzündeki gerçeği ve o gerçeğin gerektirdiği özellikleri tanımak ve o özelliğin değişik amaçları nasıl yönlendirdiğini anlamak gerekir. Yani varlıklar arasındaki sebep sonuç ilişkilerini ve etkileşim düzenini izleyip, varlıkların özünü ve amaçlarını kavramaktır hikmet.
"Varlıkların hakikatını tanımak" diye tarif edilen hikmet bilgisi bu anlamda bir hikmet bilgisi ancak peygamberlerde ve büyük velîlerde bulunabilir. Çünkü, peygamberlik hem ilmî, hem amelî yönden ilâhî ihsan eseri olan hikmetin en yüksek mertebesini ifade eder.
Eşyanın arkasında gizli olan sırları keşfeden, hakikatini anlayan insan, görüneni de görünmeyeni de çepeçevre kuşatan Zat hakkında daha da meraklanır. Sürekli yeni arayışlara girer. Bu konuma gelen kişi “kavradım ve tam anladım” manasına gelen “hayret makamı”na ermiştir. Bakarken bile farklı buudlarda dolaşan,bakışları yer yer bulanıp değişen ve biraz da şaşkınlaşan bu kişi, artık varlıklara daha farklı bir gözle bakar. Farklı görür, farklı hisseder. Daima Allah’a ulaşma azmi içindedir. İşte ilahi isimlerin yansımalarını görüp duyabilecek bir kalbi ve wşyanın arkasındaki gizli sırları hissedebilecek güçlü hisleri yine veren Allah’tır.
Hikmet, Allah'ın emirlerini ve yasaklarını, peygamberin getirdiği mesajları doğru anlamaktır. Kur’an-ı Kerim’deki ayetleri ve hadisleri okurken; ne zaman, niçin, nasıl sorularının cevaplarını iyi kavramak gerekir. Çünkü sonradan hükmü kalkmış olanlar olabilir. Kıyas ve icma metodları ile günümüzdeki bazı konuların ayrıntılı açıklanması gerekebilir. Yani hikmet açısından sebep ve sonuçların birlikte değerlendirilmesi ve bu şekilde emirleri doğru anlayarak uygulamaya koymak gerekir. O yüzdendir ki, birisi bir ayeti okuyunca anladığı bir cümle iken, başka birisi o ayet hakkında kitap bile yazabilir.
Kur’an, kainat ve insan arasındaki münasebetin iyi kavranmasıdır hikmet. Çünkü, kainat Allah’ın kudret ve iradesi ile meydana gelmiş adeta milyarlarca sayfası olan bir kitaptır. İnsan, bu kitabın bir özeti ve fihristidir. Kur’an ise, kainat ve insanın yaratılış manasını ilahi ifadelerle anlatan bir kitaptır. Peygamber efendimiz ise, bunu en iyi şekilde kavrayan insandır. İşte bu hakikati kavrayana hikmet verilmiş demektir.
Hikmetin bütün sırları Allah’ın sarsılmayan ve aksamayan kurulu düzeni içindedir. O yüzden insan kendine verilen hikmet henüz bilinmiyorsa bir şeyi icad etmiş olur. Yani icad için gerekli sebebi görmüş olur. Yine Allah C.C. insanlara basit ve geçici bir düzen kurabilme yetenğini vermiştir. Bundan dolayıdır ki, insanoğlu ortaya koyduğu düzende ilâhî yaratışın ortaya çıkmasına bir araç olduğundan ve aynı yolda O'nun bir vekili durumunda olduğundan bir değer ifade etmektedir. Yani Allah’ın hikmeti kullarının yararına olan şeyleri yaratmak şeklinde tecelli ederken, insanların hikmeti de başka insanların yararına şeyler ortaya çıkmaktadır.
Hikmet insanı, yaratılış anındaki ilk yerleştirildiği yeri veya yaratılmış olan mevcut düzendeki yerinin ne olduğunu keşfedip kavrayarak, varlık aleminde her şeyi yerli yerine koyandır.
İlmini bilgisizlikten, icraatını zulüm ve haksızlıktan, ikram ve ihsanını cimrilikten, hoşgörüsünü bunaklıktan arındıran kişi, sorumluluk duygusu içinde kendisine ve kainata hakim olmaya çalışır. Düzen ve hakimiyette gücü yettiği kadarıyla yüce yaratıcıya benzemeye çalışır.
İnsanın sözüyle davranışlarının biribiriyle uyumlu olması gerekir. Konuşmaları, davranışları ve tavırları her daim Allah’ın huzurunda olduğunun farkında olarak şekillenmelidir.
İşte hikmet, Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanmaktır. Bunu sağlamak için ise vicdan mahkemesini sürekli canlı tutmaklıdır. Nitekim bir hadîsi şerifte, "Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanın." buyurulmuştur. Yine Nûn Sûresinde Peygamber (s.a.v.) Efendimiz hakkında, "Doğrusu sen büyük bir ahlâk üzere yaratıldın." (Kalem, 68/4) buyuruldu. İlahî ahlâk Kur'ân ahlâkıdır. "Ben ahlâk yüceliklerini kemale erdirmek için gönderildim." hadîsi şerifi ise bize Peygamber Efendimizin peygamber olarak gönderilişinin sırrı ve ikmetini gösterir.
Herhangi bir bilgiye hikmet denebilmesi için, hem ilmî temellere dayanması, hem de kötülüğü ve zararı amaçlamamış olması gerekir. İlâhî hikmetin içinde ne kuru ve nazarî bilgi vardır, ne de tesadüfe dayanan bir hareket. Bundan dolayı nazarî bilgiler ve tesadüfler bilgisizliğin ifadesidir ve bunlarda hikmet yoktur. Ve âlemde görülen hikmet, mutlak hakîm olan Allah'ın gücünden ve hikmetindendir. İşte temeli iman olan insandaki hikmetin amacı da O'nun kurduğu düzendeki incelikleri, kanun ve kurallarını ve sebep sonuç açısından işleyiş şeklini anlamaya çalışmak, ona gore yaşamak, O’nun ahlâkıyla ahlâklanmak ve her işinde doğru ve faydalı olanı yapmaktır.
Hikmetin başı olan akıl ve kaynağı olan kalb ilâhî bir ihsan olduğundan, bunların eserleri olan fiil ve hareketler de, kazanarak elde etme bakımından sebeplere bağlı olaraktan yine ilâhî ihsan eseridir. İşte; "O dilediğine hikmeti verir." ifadesi, kayıtsız şartsız iki ilişkiyi birlikte ifade eder.
Sebepsiz bir işaret olan hikmet bir nurdur ki, vesvese ile gerçek makâm arasındaki fark bununla kestirilir. Öncesinde herhangi bir sebebe bağlı olmadan, Hak Teâlâ'nın kayıtsız şartsız lütfettiği, içinde şek ve şüphe, zaaf ve fesat ihtimali bulunmayan, niçin ve neden diye sormaya hacet bırakmayan işarettir. Bütün hallere Hakk’ı tanık tutmak, Allah’ın huzurunda olduğumuzu unutmadan elde edinilen ve hayata koyulan bilgiler ve ameller ile dünya düzenini sağlamaktır. İlhama mazhar olanlar için saklanan bir sır, ledünni birr ilim hükmünde olan hikmet; ruhların rahatı, dinginliği, huzuru ve güvenliğinin son durağıdır.
Hikmeti tarif ederken; ilim, amel, kalb ve vicdan eksenlerinde bir çerçeve çizmek gerekir. Zamana yani geçmiş ve geleceğe göre hikmet ise, ümitsizlik ile ümidin dengede durmasında, ümitle korku arasında kurulan uyumdadır ve bu uyumun sağlamlığındadır.
Hikmet Kur’an’da dört türlü tefsir edilir:
1- "Ve Allah'ın size indirdiği kitap ile size
öğüt vermek için indirdiği hikmet." (Bakara, 2/231) Yani hikmet
Kur’an’ın öğütleridir.
2-"Andolsun
ki, Biz Lokman'a hikmet verdik." (Lokman, 31/12) Yani
anlamak ve bilmek demektir.
3-"Gerçek
şu ki, Biz İbrahim soyuna kitap ve hikmet verdik."
(Nisa, 4/54) ve "Ve Allah Davud'a
hükümdarlık ve hikmet verdi." (Bakara, 2/251) âyetlerinde ise
peygamberlik manası vardır.
4- İnce sırları ile Kur'ân
demektir ki, "Rabbinin yoluna
hikmetle davet et." (Nahl, 16/125) ve yine bu âyetteki "Her kime hikmet verilmişse ona çok
hayır verilmiş demektir." bu anlamdadır.
Hikmet,
kainatı bir kitap gibi okuyan, inceleyen, araştıran, keşfeden ve esmanın
yansımalarını gören insanın; onda görüp sezeceği fayda, tecrübe, dert, derman,
sebep sonuç münasebeti arasındaki alakaları kavramasıdır. Kainat üzerinde
düşünen ve sonuçlar elde eden insana, katettiği her mesafe zevk verdiğinden,
her defasında birr yenisine yönelir. Bu bakımdan hikmet, kainat ve insan
üzerinde derinlemesine mütalaa etmektir.
Çamurlu, yağmurlu bir bahar mevsiminde toprak perdesi altında nihayetsiz güzel çiçek ve bitkilerin sakllı tebessümlerini görebilmektir maharet. Kainattaki her şeyin arkasındaki rahmetin ve hikmetin güler, güzel yüzlerini görme gayreti kainattaki güzellik dengesini gösterir düşünen insana. Bediüzzaman hazretleri “Cemalin gözünde celal, ne kadar cemildir; celalin gözünde dahi cemal, o kadar celildir”(Mesnevi Nuriye) derken ilahi sanattaki güzelliğin ve estetiğin parçalardaki ve bütündeki görünüşünü anlatmaktadır. Sanatın her bir çeşidinin bütününde büyük bir haşmet, celal ve kudret görülürken; sanatın küçük bir parçasında ise cemal yani eşsiz bir sanat anlayışı içinde güzellik görülür.
Kim baktığı her yerde Allah’ın isimlerinin cilvelerini ve yansımalarını görüyorsa, o hikmeti de kavramış demektir. Çünkü eşyadaki isimleri gören insan, Allah’ı müşahede ediyor gibi olur. Bu anı hisseden insan Allah’ın huzurunda secdeye kapanır. Müthiş bir enginliğe erer. Artık her ses ona Allah’tan gelen bir nağme gibi gelir.
Aslında hikmete dair konular üç makamda ele alınabilir:
1-Faydalı amele götüren
bilgi,
2-Bilgiye dayalı olarak
ortaya konan faydalı amel,
3-İlimde ve amelde sağlamlık
yani edinilen bilgi ile amel etmek
“Bu işin hikmeti nedir?” denildiğinde
yapılan bir işteki “sır, gaye, fayda” manaları anlaşılır ki, bu da ilimle amel edilmesini, bu ilmin hayata
geçirilmesini ve faydalı sonuçlar doğurmasını şart koşar.
Hikmet açısından eşyanın üç farklı boyutu vardır. Allah’ın isimlerinin tecelli ettiği ve o isimlere ayna olan boyutu, ahirete bakan boyutu ve insanın kendi varlığına ve hayatına bakan boyutu. Bir güle bakarken bile gülüne faydalı, dikenine faydasız gözüyle bakan bizler, genelde hikmetin üçüncü boyutu üzerinde dururuz. İkinci boyutunu aklımıza bile getiremezken, birinci boyutunu ise anladığımızı zannederiz.
En önemli vazifelerimizden olan tebliğin en büyük esaslarından birisi ise yine hikmettir. Hikmetsiz yapılan tebliğ netice vermeyecektir. Kur’an-ı Kerim’in, “İnsanları Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütlerle davet et.” (Nahl sûresi, 125. ayet) fermanı bunun en güzel ispatıdır. Diğer bir ispatı ise, hiçbir tahmine, hiçbir yorum ve görüşe gerek kalmaksızın insanlara ilim ve ameli birlikte okutup öğreten Peygamberlerdir. Peygamberlerin anlattığı şekil gizli sırları anlayan fakat hayatına tatbik etmeyen insanlar, her ne kadar varlıkları inceleseler ve bir sürü faydalarını araştırıp keşfetmiş olsalar da, alimdirler ancak hakim olamazlar. Elmalılı Hamdi Yazır’ın ifadesi ile “Hikmet: ilim ve onunla ameldir. Her ikisini cem edemeyene hakim denmez.” Çünkü insanın hikmet ehli olabilmesi, Rabbinin razı olduğu biri olmasına, o da öğrenilen ilmi yaşamaya bağlıdır.
Kainat kitabını Allah namına okumayan insan, ne varlıkların yaratılış hikmetini anlayabilir, ne de varlıkları hikmet hazineleri ile donatarak muhteşem bir sanat eseri olarak yaratan Allahâ ulaşabilir.
Dünya ahiret dengesini iyi muhafaza ederek, dünyaya değeri kadar ahiretede değeri kadar kıymet vermek gerekir. Ancak hayatını hep Allah’ın huzurunda olduğunun farkında olarak yaşayanlar, olayların perde arkasını görebilirler; hikmete açılan bir kapı hükmünde olan engellere takılmadan hakikat bilgisine ulaşabilirler. Kimsenin görmediğini, düşünmediğini düşünen ve sözü söyleyenden çok sözün taşıdığı manayı dikkate alan insanlar, kendilerine yapılan bir iyilikte de esas nimet vereni hiç unutmazken; felaket ve musibet anında ise, daima felaketin etkisini azaltacak ve tekrar mutluluğa yelken açtıracak yollar ararlar.
Allah insanı yaratırken kendi ruhundan üfleyerek hayat vermiştir. Bu yüzden insanların içinde haşa küçük bir ilahlık hissi gizli de olsa vardır. Yanlışla o hisse dokunan küçük dağları ben yarattım demeye başlar. Mazlumu ezmeye başlar Unutur paylaşma hissini. Hayvanın damarları arasından bembeyaz çıkan sütü kendisine vereni unutur. Arının tükürüğünden oluşan balı en lezzetli kılanı unutur. Gökten yağan yağmurun hep yağacağını zanneder. Yerden çıkan suyun hep çıkacağına hükmeder. Düşünmez hiç yaratılanda saklı olan hikmeti. İnsanlar, insana verilen manevi duyguları, nefsin ve dünya için kullanırsa ve dünyada ebedi kalacak gibi gafilce davranırsa, rezil ahlaklara ve israfa ve abesiyete sebeb olur. Ve son söz "insan aldandı" olur.
Yusuf Avcu, İnsan Bir Sanattır 2
***
Allah İle İnsan Arasındaki En Büyük Sır Nedir?
Sabrınız
mı tükendi, enerjiniz mi, yoksa ümidiniz mi?
Çevrenizde kimse mi kalmadı “oof” dediğinizde, “ben varım” diyecek? Eski
dostlarınızı, uzaktaki yakınlarınızı mı özlediniz? Yada yakınlarınızda olup
uzaklık duyduklarınız mı canınızı
sıkıyor? Alışmıştınız değil mi, tiryakisi oduğunuz dostluğa ve muhabbete?
Şimdilerde bulamıyor musunuz? Dizlerinizin üstüne yığılıp, tırnaklarınızı avuç
içlerine kenetlerken, gözlerinizden yaşlar mı boşalıyor? Derinden derinden konuşuyor
musunuz kendi kendinize?
Öyle
ise siz yalnızsınız! Ama üzülmeyin! Çünkü sırlı bir yol var önünüzde. Asıl
gerçek olana doğru çok boyutlu bir kapı açıldı artık. Yalnızlıktan kurtulup farklı bir
dünya bulma, ya da farklı bir dünya kurma arayışınız vardı ya hani! Kutsal
olanların çekim alanına çekti götürdü sizi…
Herkesin
yeniden keşfini yeni bir marifet
zannettiği nice güzellikler var artık gözünüzün önünde. İlahi sanatın
sırlarının ve hikmetlerinin bin bir farklı mecazlarla sunulduğu bir güzellik.
Çirkinin çirkinliğinde bile güzellikleri keşfettiren, her tarafında ayrı bir
incelik farklı bir gizem gizli olan bir güzellik. Ve her bir ayrıntıda bizi
yüce yaratıya doğru biraz daha yaklaştıran sırlar ve gizemler yumağı.
Bir ucunu
görünce gerçek budur deyip aldanarak gizemi çözemediğimiz, bulmacayı çözmek ve
sırrı yakalamak adına uğraşıp durduğumuz bu hal nedir biliyor musunuz? Bu hal;
insana beyanı öğreten, insanı kendisine muhatap alarak ona bunun için gerekli
yetenekleri veren Allah’ın bize bir
rahmet olarak ihsan ettiği sanatını okuma gayretidir.
Bu gayret hem
insanı Allah’a yaklaştıran bir sır olur, hem de üstü açılıp ortaya çıkan her
gizemin diğer insanlara da anlatılmasına vesile olan bir sanat dalı olur
insanın elinde. Ve iyilik ve güzelliğe, gerçekliğe götüren bir elçi olur; insan
da ortaya koyduğu eser de. Sanattaki gizemi yakalayınca insan, sanattaki
güzelliğin ve o güzelliğin içini dolduran iyiliğin Allah’tan geldiğini, O’nun
güzel isim ve sıfatlarından süzüldüğünü görür ve anlar.
İlahi sanatın
sergilendiği yeryüzündeki süslere, süslemelere, mükemmellik ve güzel
manzaralara şahid olan, gezip gören, hayretler içinde kalan ve derin
düşüncelere dalan insan bir aşamadan sonra bu güzelliklerin gerçek sahibine
yönünü çevirir. O’nun sonsuz kudretini, sonsuz mükemmel ve güzelliğini görür ve
azemetine secde eder. Zaten insanın yaratılış vazifesi bu değil midir?
Her ne kadar
insan cahil, unutkan ve isyankar da olsa, aleme örnek ve numune olacak
potansiyel kendisinde vardır. Bir de insanın üzerine aldığı öyle bir emanet
vardır ki, onun ile gizli defineyi bulup açabilir. İlahi sanattan yola çıkarak
Allah’ı tanır ve bilir. Yine kendi varlığına verilmiş olan özelliklerden yola
çıkar ve kendi aciz ve fakirliğini ve sınırlı ve ölümlü hayatını görür. İnsanın
nazarını hayret ve tefekkürle izler. Maneviyatı ve gönül alemiyle arş, kürsi ve
levh-i mahfuz gibi manevi değerlere; aklı, nefsi, idraki ve maddi yapısı
itibari ile de yer ve gök unsurlarının oluşturduğu kainata karşılık geldiğini
görür. Ve varlığın birlik ilkesini öğrenir. Allah’ın var ve bir olduğuna tam
iman eder.
Ve daha nice
güzellik dalgaları belirir insanın düşünce burçlarında. Varlığın görünen
güzelliğinin arkasındaki hakikat
güzelliğini yakalayınca, Allah’ın isim ve sıfatlarının varlıklardaki
tecellileriyle şereflenir insan. Sayısız ve iç içe daha nice güzellikler
görünür olur gönül gözüne. İman nuru daha bir başka parlar artık kalbinde. Ve
sonsuz duyguları çoşturan bir sevgi ırmağı çağlamaya başlar yüreğinde. Ve insan
kendini bulur bu sırlı gizem içinde. Sonra yüreğinden şiirler, öyküler dökülür
diline. Ruhunun dünyasını tasvir eden bir yetenek gelir eline. Artık kendisine
yansımakta olan isimlerin her farklı dalgalanmasında farklı bir sır yakalayan
insan, her defasında farklı bir eser ortaya koyar. Her eserine de farklı bir
duygu katar. Estetikte, ahlakta ve sanatta sürekli en güzeli arama ve en güzele
ulaşma düşüncesiyle yükselir yeni ufuklara…
Yusuf Avcu, İnsan Bir Sanattır 2
***
Sanat insanın yüzünde…
İnsan, insanlar… Bir kısmı göçüp
gitmiş, bir kısmı ise daha dünyaya bile gelmemiş. O halde bile milyarlarca
insan var. Her biri farklı bir simaya ve farklı bir bedene sahip. Hepsinin dış
cephesi farklı olduğu gibi iç dünyası da farklı. Esasen her birinin simasında göz, ağız, burun
ve kulak bulunduğu halde hiç birisi birbirine benzemiyor. Ne şimdiki
geçmiştekine, ne geçmişteki gelecektekine benziyor. Ve bu kanun asırlardır hep
devam ediyor.
Ne her insanın göz, kulak, el, ayak
gibi ana hatları ile birbirine benzemesi tesadüf; ne de ana hatları benzediği
halde detay hatlarının kesinlikle farklı olması bir tesadüf. Çünkü bir cihette
bir birinin aynısı olan, diğer cihette birbirinden farklı milyarlarca resmi
küçücük bir alanda çizmek insan için mümkün değildir. Çizilmiş farklı
milyarlarca resmi ayırması da mümkün değildir. Hatta her bir insanın farklı
şekil ve kalıpta olması, insanın gücü, ilmi ve iradesinin çok ötesinde bir
şeydir.
İnsan simasında bulunan her bir gözün
diğer milyarlarca gözden farklı yaratılmış olması ve bebeklikte ve ihtiyarlıkta
dahi farklı kalması bize gücü, ilmi, iradesi ve sanatı sonsuz bir Sanatkâr’ın
eserleri olduğunu gösterir.
Öyle ya göz koyunda da var, dil
öküzde de var. Ama ne koyunun gözü insanınkisi gibi görüyor, ne de öküzün dili
bülbül gibi şakıyor.
Bedeni ve siması ile farklılık
arzeden her bir insan, iç âlemindeki duygularını simasına aksettirirken bile yine
farklı kalıyor.
Eşsiz bir sanat olan insan, her şartta ve koşulda farklı kalıyor. Çünkü
Allah, insanı en güzel surette yaratmış. Her insanı ayrı bir âlem olarak,
değerli bir eser olarak yaratmış.
Bu öyle eşsiz ve benzersiz bir
sanatla nakış nakış işlenmiş bir eser ki; görünen organlarından görünmeyen
organlarına, ruhundan bedenine, aklından his ve duygularına, sindirim
sisteminden solunum sistemine, sinir
sisteminden kan dolaşım sistemine kadar her şeyi milyarlarca benzerlerinden
farklı. Hatta tırnağı, kılı, kanı, teni,
GEN’i, DNA’sı ve parmak izi bile farklı. Ve zaman ve mekân farklılıklarına
rağmen farklı kalmaya devam ediyorlar.
Milyarlarca insan zamanla değişiyor
ama yine de bir evvelkine veya bir sonrakine ya da bir diğerine tam benzemiyor.
Ve insanlar gruplar halinde farklı
kalıplara koyulmuş, yani çeşitli ırklar ve çeşitli renkler halinde
yaratılmıştır. Ne sarı ırktan olan sarı kafalı olmayı önceden seçebilmiştir, ne
de siyah bir zenci zenci olmak istemiyorum diyebilmiştir. Yüce Sanatkâr’ın eserinde
birine sarı diğerine siyah olma vazifesi düşmüştür. Cinsiyet konusu da
böyledir. İnsanı ve diğer tüm mahlûkatları birbirinden farklı kılan, eşsiz ve
benzersiz bir sanat harikası olarak yaratan eşi ve benzeri olmayan Allah’tır.
Milyonlarca sperm arasından sıyrılıp
anne rahmine düşen tek sperm iken, sonra bir kan pıhtısı olan, sonra bir et
parçasına dönüşen, daha sonra ete kemiğe bürünen ve insan suretini alan insan;
elbette bir irade, bir kanun ve kader isimli ilahi bir programa tabi
olmaktadır. Yoksa bu kadar farklılık içerisinde, mükemmel işleyen bir sistem
olarak, düzenli hareketlerle nasıl halden hale girecek ve nasıl farklı kalması
mümkün olacaktır. Ve bütün bunlar olurken, bir taraftan da vücudu oluşturan tüm
hücreler nasıl farklı aralıklarla yılda iki defa kendini yenileyecektir.
İlahi sanatın nakışları ile iç içe
örülü olan insan vücudunun bir diğer özelliği de, bütün sistemlerinin
çalışmasındaki ahenk ve tasarımlarındaki inceliktir. Yiyeceklerden elde edilen
gıdadan içilen sudan tutun da, vücudun en kılcal damarlarında dolaşan kan
oranına varıncaya kadar öyle bir düzen hâkimdir ki, her bir organa, her bir
hücreye ihtiyacını tam ve zamanında yetiştirmektedir. Yenilen her bir yemek,
doğada dağınık bir unsur iken insan vücuduna göre tasarlanıyor ve gerekli
aşamalardan geçtikten sonra vücuttaki en küçük zerrelere varıncaya kadar
ulaştırılıyor. Ve felan insanın bir hücresini oluşturacak bir zerre, o insanın
hücresine gitmek üzere programlanmış ve hiç şaşmadan gidiyor.
Bir de organlarımızın yerleri mevzuu
var ki, bırakın elin yerinde ayak ayağın yerinde el olması ihtimalini, sadece
ayak başparmağımız olmasaydı ayakta duramazdık. Ayak tırnaklarımız el
tırnaklarımız kadar hızlı büyüse idi, büyük bir yük olurdu bizlere. Ağzımızın,
dilimizin şekli farklı olsaydı hasret kalırdık sözlere. Kaşlarımız gözümüzün
altında olsaydı, ya da hiç olmasaydı, bir tuzlu ter damlasına yenik düşerdi
gözümüz. Ya da bir düşünelim, neye benzerdi acaba simamız ve yüzümüz!
Demek ki; her bir insanın siması,
beden ve ruh yapısı, vücudunun işleyişi, duruşu ilahi sanatın farklı
nakışlarıdır. Allah’ın güzel isim ve
sıfatlarının binbir farklı tecellisidir bu farklılığın sebebi. Aslen Allah’ın
isimlerini yansıtmakla vazifeli, bin bir boyutlu ayna gibidir insan.
İlahi isimlere ayna olursa anlar
simasındaki, yüzündeki sanatın değerini.
Ey her gün aynalara bakıp duran
insan! Aynaya manasız bakarsan, görürsün ancak fani bedeni. İyi bakarsan bulursun
bütün âlemleri halk edeni.
O halde, al bir ayna ol bir ayna!
Yusuf Avcu, İnsan Bir Sanattır 1
Yorumlar
Yorum Gönder