Beş Gardaş Ağacı



Bir zamanlar Karakurum  dağından otuz tane nehir ve dere çıkardı. Her bir derenin kenarında bir boy otururdu. 

Karakurum’un biri Tola, diğeri Selenga adını taşyan iki büyük ırmağı Kalamançu denilen bir yerde birleşiyordu. Ve burada Gobi gölünü oluşturuyorlardı. Zamanla Gobi’ye akan bu suların birleştiği yerde bir ada oluştu. Buraya Hulin Dağı diyorlardı. Bu iki ırmak arasında göğe ermiş iki ağaç vardı. Birinin adı kusuk (Sibirya Servisi) olup çam fıstığı ağacını andırıyordu. Ama yaprakları kışın serviye, meyveleri şekil ve tat bakımında Şiguza’ya benziyordu. Diğer ağaca ise “toz” kayın ağacı diyorlardı.

Bu iki ağaç üzerine gökten bir ışık düştü. Kutsal bir ışıktı ve kayın ağacının üstünde kaldığı müddetçe kayın ağacının gövdesi iyice büyüdü ve kabardı. Ne zaman ki gün batar, ışık gökten inermiş. İlahi ışık dokuz ay on gün ağacın üzerindeki şişkinlik üzerinde durdu. Bu sahneyi gözleyen Uygur kavimleri şaşkınlık içinde kaldılar. Tepeciğe yaklaştıklarında şarkıya benzer uyumlu sesler işittiler. Ve her gece bu tepecik otuz adım uzağına kadar ışıkla kaplandı. Günün birinde aynı doğum anındaki kadın gibi, ağacın gövdesi ansızın yarıldı. İçerisindeki tepeciğin içinden bir kapı açıldı. İçerisinde her birisinde bir çocuğun oturduğu, çadıra benzer beş tepecik bulunduğunu gördüler. Her çocuğun ağzında ihtiyaç olduğu sütü sağlayan bir emzik vardı. Onlar bu mukaddes çocuklara çok büyük saygı gösterdiler.

Çocukların en küçüğünün adı Sungur Tekin’di. Ondan sonrakinin adı Kutur Tigin, üçüncüsünün adı Türek Tekin, dördüncüsünün adı Us Tekin ve beşincisinin adı Bögü Tekin’di. Beş çocuğun beşinin de Tanrı tarafından gönderildiğine inanan halk, içlerinden birini hakan yapmak istediler. Bögü Han en küçükleri idi hem de ötekilerden daha güzel, daha zeki ve daha yiğit görünüyordu. Kayın ağacı konuşarak halkı erdeme teşvik etti. Bögü Tekin’ in hepsinden, her hususta üstün olduğunu anlayan halk onu hakan olarak seçtiler. Büyük bir törenle Bögü hanı hakan olarak seçtiler. Büyük bir törenle Bögü hanı tahta oturttular.

Söylendiğine göre Böğü Kağan, Oğuz Kağan’dır.
Tanrı Dağının hemen kıyısında Kutlu Dağ yer alıyordu. Tanrı Dağı’nın kıyısı, yani Uygurca Tanrı Dağı’nın “Ken ji yeg” i (yani “Kençek”i) olan Kutlu Dağ kutsal kayınlara yakın mesafedeydi.

Çingiznâme’de bu olay şu şekilde anlatılır:
Günlerden birgün Oguz Kagan Tanrı’ya yalvarmaktaydı. Karanlık bastı. Gökten bir ışık indi. Güneşten ve aydan daha parlaktı. Oguz Kagan oraya yürüdü ve gördü ki; o ışığın içinde bir kız var. Yalnız oturuyor. Başında ateş gibi parlak bir beni bulunuyordu. Kutup Yıldızı gibiydi. Bu kız öyle güzeldi ki; gülse gök gülüyor, ağlasa gök ağlıyordu. Oguz Kagan onu görünce aklı gitti, sevdi aldı. Onunla yattı ve dileğine sahip oldu. Kız gebe kaldı. Günler ve gecelerden sonra gözleri parladı ve üç erkek çocuk doğurdu. Birincisine Kün (Gün) adını koydular. İkincisine Ay adını verdiler. Üçüncüsüne de Yılduz (Yıldız) ismini taktılar. 

Yine birgün Oguz Kagan ava gitti. Önündeki göl ortasında, bir ağaç gördü. Bu ağacın kovuğunda bir kız duruyordu. O da yalnız oturuyordu. Çok güzel bir kızdı. Gözü gökten daha gök idi. Saçı ırmak suyu gibi dalgalıydı. Dişi inci gibi idi. Öyle güzeldi ki, eğer yeryüzünün halkı onu görse; “eyvah ölüyoruz” der ve tatlı süt, acı kımız olurdu. Oguz Kagan onu görünce aklı gitti. Yüreğine ateş düştü. Onu sevdi, aldı. Onunla yattı ve dileğine sahip oldu. Kız gebe kaldı. Günler ve gecelerden sonra gözleri parladı ve üç erkek çocuk doğurdu. Birincisine Gök, ikincisine Dağ, üçüncüsüne de Deniz ismini taktılar. [[1]]

Reşideddin’in Farsça Oğuzname’sinde, Kıpçak Türkleri’nin bir ağaç aracılığıyla doğuşu ise şu şekilde anlatılır:
Oğuz Kağan’ın çerilerinden birisinin karısı gebe kalmış, kocası da savaşta ölmüştü. Bu savaş yerinde kadınların doğum yapması yasaklanmıştı. Yakınlarda içi oyulmuş bir ağaç vardı. Kadın o ağaca gidip çocuğunu doğurdu. Çocuğu Oğuz’un yanına getirdiler, durumu ona anlattılar. Oğuz, çocuğun adını Kıpçak koydu. Kıpçak, Türk dilinde kabuk, ağaç kovuğu, içi çürümüş ve oyulmuş ağaç demekti. Aynı zamanda Kıpçaklar’ın ağaca bağlı bir birim olduğunu da belirtmiş oldu.

Benzer bir hikaye İskendername’de, hayat suyunu bulan İskender’in onu bir şişeye doldurup ağaca astığı anlatılır. Fakat bu suyu bir karganın çaldığı, çalarken de bir kısmını  bir ağaca döktüğü anlatılır. Bu yüzden çam ve servi gibi ağaçlar sonsuz hayatın sembolü sayılırlar. Kışın “ölmezler”, yapraklarını dökmezler. Karga da uzun ve sonsuz hayatın sembollerinden birisi olur.
Ağaç, bütün Asya kültürülerinde bir “Yeniden Doğuş” sembolüdür. Hayat Ağacı olarak tabir edilen bu ağaç Türkler için “kayın”, Hintliler için “akasya”, Orta Doğu hakları için sedir ya da çamdır. Hepsi de uzun ömürlü ve dayanıklıdır. Çinliler bu ağaca “kıyan mu” derler. Türklerin insanlığın sonu anlamında kullandıkları kelime ise “kıya met” tir. Sadece ağacın gövdesi değil, kökü de kutsaldır. Aslında ağaç maddi varlığıyla değil, temsil etiği gücün bir göstergesi olarak kutsal kabul edilir.

Tuba Ağacı’nın ise insanların sayısı kadar yaprakları olduğuna inanılır. Ölen her insan içinse, bir yaprağın düştüğü kabul edilir.
Şaman tasvirlerinde ise, ağacın bir yanında ay, diğer yanında ise güneş yani yıldız yer alır.

Uygurlarda; evreni doğuran Ana Tanrıça Umay hatun iken, dünyayıy doğuran Ana Tanrıça Kübey hatundur. Doğumun tanrıçası kabul edilen Kübey hatun sembolü, kavuğu olan ağaçtır. Kavuk kadın cinsel organı ile ilişkilendirilmiştir. Oğuz Kağan destanında Göklerin Kızı Umay Hatun bir yıldızın ışığında inmişken; Yerin Kızı Kübey Hatun, bir ağaç kovuğundan çıkmıştır. Uygur mitolojisinde Umay hem erkek, hem de kadın olarak tasvir edilir. Venüs’ün akşam yıldızı hali Umay Ana iken, sabah yıldızı hali Umay Bey’dir. Savaş öncesi tüm alpler, Umay Bey ile Ant içerler. Eğer savaşta ölürlerse, yani şehit olurlarsa, ölümlerin en şereflisi ile taçlandırllımış olurlar ve Umay Ana ile ant içtiklerini kabul ederler. Tanrıdan çıkan ruhun yine ona döneceğine inanırlar. [[2]]

Altay Türk mitolojisinde “Gökyüzüne doğru büyük bir çam ağacı yükseliyordu. Gökleri delip geçen bu ağacın tepesinde ise Tanrı Bay-Ülgen otururdu. [3]

Günümüzde hala mezzarların baş ve ayak uçlarına çam ve servi dikme geleneği devam etmektedir. Bazı Türk toplulukları ise hala, ilkbahar ve sonbaharda düzenledikleri kurban törenlerinin ardından servi ve çam ağaçları dikmekte, ve dikilen bu ağaçlardan kutlu ormanların meydana geleceğine inanmaktadırlar. 

Bir Türk, evinden önce bahçesini yapar, ağaç diker. Çünkü kadim Türk anlayışına göre, evlilik gibi, ev de kutsaldır. Türk dünya görüşüne uygun olarak evin temelini atmadan önce evin doğusuna ağaç dikilir. Türk düşüncesinde Tanrı’nın evinin doğuya bakan kapısının önünde bir ağaç vardır ve bu ağaca “Tanrı’nın ağacı denilmektedir. Her ağaç evin yanına dikilmez. Bu ağaçlar dut, nar, iğde, söğüt gibi türlerden oluşmaktadır.[4]

Türk geleneğinde ölümde de ağacın yeri büyüktür ve her mezar başına bir ağaç (servi) dikilir, ruhu tekrar ait olduğu yere göğe götürsün diye. Ve eğer dikilen bu ağaç yeşerir, göğe doğru uzarsa mezarda yatan kişinin mekânının Tanrı katı olacağına inanılır. Türklerin ağaç kültünde mezarlıktaki ağaçlar hiçbir şekilde kesilmez ve özellikle yakacak amacıyla kesilip kullanılmaz. Hatta mezarlıktaki ağaçlardan dal koparmak bile uğursuzluk sayılır, ölüm getireceğine inanılır. Bu yüzden ulu ağaçlara asla balta vurulmaz, döküntüleri dibinde çürümeye terk edilir.

Dağlar ve ağaçlar gök ve yerin birleşme yeri olarak görülürdü. Bu yüzden ulu ağaçlara “Göğün Direği” denilmiştir. Sonsuz güç ve kudretin sembolü olan ağaç, Türk boyları arasında hükümdarlık, soy ve sülaleyi temsil etmektedir.
Çok eski zamanlarda, Uygur boyları türediklerine inandıkları servi / karaçam ağacının birer dalını evlerine asarlarmış. Büyük göçlerin olduğu zamanlarda da ise, birer kökünü beraberlerinde götürüp, yeni vatanlarına ekmişler. 

Ağaçtan türeyen beş kardeşin kardeşliğini, birliğini, beraberliğini temsil eden bu ağaçları ektikleri yeri de kendilerine yurt kabul etmişler.

Kökü Talas Irmağı yakınlarındaki Sır Derya havzasında olan bu ağaçlardan alınan bazı kökler, Türk boylarının göçüyle birlikte Anadolu’nun bazı yerlerine kadar taşındı. Bunu ise, Talas Irmağı yanındaki Kençek Senir ordugah ve ata şehrinde ikamet eden Kençekler taşıdılar. Köken itibari ile bu şehirde yaşayan farklı Oğuz boylarının ve onların atalarının bir birlikteliği, bir karması olarak ortaya çıkan Kençekler, Türk’ün birlik ve beraberliğinin sembolü olan bu ağaçların birer kökünü yeni yurtlarına ekerek inanç ve sembollerini oralarda yaşatmaya devam ettiler. 

Buhara Merv şehrinden sonra, İran Erdebil ve Azerbaycan Gence bölgelerine yaptıkları göçlerde bu kültürel değerlerini de beraberlerinde taşıdılar. Azerbaycan Gence’ye Kan Bağı Parkı'na giderseniz aynı ağaç kökünden çoğaltılmış selvileri ve karaçamları görürsünüz. Aynı kültüre İran’ın farklı bölgelerinde ve Kaşgar’da da rastlanmaktadır. Anadolu’ya Kayı obasına bağlı bir cemaat olarak gelen Kençekler; Güncek  / Gancak / Gencek şeklinde yörük cemaati isimleriyle  Anadolu’da önce İğdir ve Van; sonra ise  Konya, Kütahya, Kastamonu, Bursa, Sinop ve Manisa dolaylarına yerleşmişlerdir. Manisa dolaylarına yerleşen Kençekler’in Gancaklı Yörük Cemaati,  Osmanlı zamanında Sancaklı ismini almıştır. Kutsal ağacın köklerini yerleştikleri bölgelere taşıdıkları görülmektedir. 

Günümüzde; Kastamonu-Cide dolaylarında selvi, Konya -Derebucak- Gencek’te ise karaçam olmak üzere tesbit edilebilmiş iki adet “Beş Kardeş” anıt karaçam ağacı bulunmaktadır. Aynı kökten ayrılmış 5 ana daldan oluşan ve bu özelliklerinden dolayı da Beş Kardeş Ağacı ismiyle anılan bu servi / karaçam ağaçları anıt ağaç olarak koruma altına alınmıştır.

Ancak Gencek’e ilk getirilerek ekilen karaçam ağacı bu değildir. Gencek Yukarı mezarlık mevkiinde yaşları 795-800 yılı aşan yaklaşık 40 kadar karaçam ve ardıç ağacı bulunmaktadır. Yukarıköy ve Gencek mevkiilerine yerleşen 40 kadar sülalenin ataları tarafından dikilmişlerdir. Yine Seki mevkiinde, köye diğer sülalelerden sonra yerleşen Hatıbel Sülalesi tarafından ekilen ve yaklaşık aynı yaşlarda olan 2 adet ardıç ağacı bulunmaktadır. Köyük eski yerleşimi olan Yukarı Köy mevkii yerleşimi zamanında, tahminen 1225 yılında dikildikleri anlaşılmaktadır. 

Gencek’teki anıt ağaç olarak koruma altına alınan ve Beş Gardaş (Beş Kardeşler) olarak bilinen karaçam ağacının ise; çevresi 456cm olup, çapı 152cm’dir. Gövdesi bir ana kökten çıkan hilale benzer şekilde birbirine bitişmiş 5 koldan oluşmaktadır. 1335-1340 yılları arasında dikildiği tahmin edilen karaçam, tahminen 695 yaşındadır. O tarihe kadar Gencek’i yaylak olarak kullanan ve hala yarı göçebe yaşayan Gırgaşel sülalesinden 5 kardeş aile, devletin iskan politikaları gereği diğer yörükler gibi mecburi iskana tabi olmuşlar ve artık tamamen Gencek’e yerleşmişler. Onlar da diğer sülaleler gibi yeni yurtlarına ağaç dikmeyi ihmal etmemiş, sonradan gelen Hatıbel sülalesi gibi köyün diğer bir girişine de onlar ağaç ekmiştir. Daha evvel Ahlat (muhtemelen Van Erciş) yakınlarına ektikleri ve bir kökünü Antalya tarafına taşıdıkları ağaçtan bir kök getirmişler, köydeki sülalelerin büyükleri ile birlikte, artık kalıcı yurtları olan Gencek’e bu anıt ağacı dikmişlerdir.

“Beş Gardaş” anıt ağacını diken Gırgaşel sülalesinden bu beş kardeşin soyu ise kızlarından devam etmektedir. Çünkü hem bu anıt ağacı diken Gırgaşel’in beş evladı, hem de onların soyundan gelen erkeklerin tümü asker olarak gittikleri savaşlarda şehit olmuşlar, bu sülalede er kalmadığı için soyları kızlarından devam etmiştir.

Gencek’e temelli yerleşmiş olan Gırgaşel sülalesinden beş kardeş, diğer sülalelerin ataları aralarındaki birlik ve beraberlik ruhunu daima yaşatacaklarına, tarihi değerlerine ve kardeşlik bağlarına bağlı kalacaklarına and içmişler ve kardeşlik bağlarının göstergesi olarak getirdikleri bu karaçam kökünü dualar eşliğinde dikmişlerdir. Halk arasında beş kardeşin diktiği söylense de, köken itibariyle 5 kadeşin soyundan gelen 5 farklı sülale büyüğünün ataları adına bu ağacı diktikleri de tahmin edilmektedir. Yine bu 5 sülalenin beş farklı ana Türk budunu olan Oğuz, Uygur, Kıpçak, Kanglı, Karluk kökenlerinden olma ihtimali de yüksek bir ihtimaldir. Çünkü ağaç kültlerinde yaşatılan tüm olgular o külte ait ilk destanları hatırlatır, ya da o destana ait olgular çerçevesinde gelişir.

Kastamonu’daki Beş Kardeş ağacının ise Iğdır dolaylarından götürüldüğü tahmin edilmektedir.
Bir zamanlar Kastamonu civarına yerleşen Kençeklilerin bir bölüğü bugün Türkeli, Gencek köyünde yaşamaktadırlar. 

Gencek’te halk, “Beş Gardaş” anıt ağacından ötesini gurbet kabul eder. Eskiden yaşlılar; Beş Gardaş’ın ötesi gurbet, Seki’nin ardını zahmet, Mezer Üstü’nü hikmet ile tasvir ederlerdi. Belirtilen yerler anıt ağaçların ekildiği yerler olmakla birlikte, Gencek yerleşimine 5 farklı yönden gelen yolların geçtği yerlerdir.

Yusuf Avcu, Gencek - Kençek




[1] Cengiznâme , s.71; Oguzname Destanı, Ankara 1998, s.90a-91a; S.S.Ükten, Kazan Oğuznamesi’nin Tarihsel ve Kültürel Açıdan Değerlendirilmesi , Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2009, s.164-165.




[2] Ezoterik Öğretiler Ansiklopesidisi, Cihangir Gener s.82


[3] Ögel 2014, C.1 s.103




[4] Pervin Ergun, 2004: Türk Kültüründe Ağaç Kültü s.99-856

Yorumlar