Hayatın Lezzet ve Tadı, Bakışlarındaki Manada Saklı






İnsan, fıtratının gereği olarak kalp ve aklında ne yerleşmiş ise o hükme göre hadiseleri yorumlayıp algılar. Mesela karamsar birisi her şeyi karamsar olarak okur ve anlar; hayatı da ona göre şekillenir. İyimser birisi ise her şeye iyimser bakar. Renkli gözlüklerin eşyayı renkli göstermesi gibi birşeydir bu. Güzel görmek bilinçli bir zihinle ilgilidir. Bilinçaltına düşen güzel görüntüler, sezgilerimizi, duygu, düşünce ve davranışlarımızı etkiler. Bu da hayat ile bağlantımızda yön verici bir etken olur. Maddeden manaya, manadan tekrar maddeye dönen bir etkidir söz konusu olan. Duyu organlarımızla bilincimize gelen her türlü bilgi, herhangi bir süzgeçten geçmeden doğrudan inanç, duygu ve düşünce gibi kalıcı hafızamıza işlenir. Sonraki zamanlarda bilinç bunu ihtiyaç duydukça kullanacaktır. Bilinçaltı toprak gibidir. Düşünceler de tohum. Bu yüzden ne ekersek onu biçeriz. Nasıl yaşarsak öyle ölür, nasıl ölürsek öyle diriliriz.



Her şeyin iyi tarafını ve güzel çevresini görmek, yani imanlı bir iyimserliğe sahip olmak, güzel huy ve ahlakla meşru dairede yaşamak ve bundan ilahi bir haz duymak; akıl, kalp ve ruhun her zamanki durumu olmalıdır. Eğer insanın ruhu, aklı ve kalbi hakikat bilgisi ve iman ilmi ile dolu ise; en zor ve tehlikeli zamanlarda, en bunaltıcı ve sıkıcı anlarda bile insan iyimser olabilir. Ve bu iyimser bakıştan gelen enerji ile olaylara tekrar iyimser bir yön verebilir. Hayatın dağlar gibi üzerimize gelen hâdiselerinden iyimser olmakla kurtularak; yeniden bir diriliş, yeniden bir toparlanma ve şahlanma sağlanabilir. Niceleri vardır ki, hayatları dert ve çile ile geçmiş, maruz kaldığı zorluklara ve zulümlere rağmen hayata iyimser bakabilmişler ve ümitlerini asla yitirmemişlerdir.

Diğer taraftan ruh, bu âleme göz penceresinden bakar. Eğer insan gözünü nefis hesabına çalıştırırsa, geçici ve devamsız bazı güzellikleri seyir ile nefsinin ve şehvetinin hizmetçisi olur. Eğer aynı gözü Allah için çalıştırsa, o zaman o göz; şu kâinat kitabının bir araştırmacısı, ilahi sanat eserlerinin hakiki bir seyircisi ve dünya bahçesindeki rahmet çiçeklerinin çalışkan bir arısı gibi olur. Kâinatı anlamsız ve tesadüften ibaret olarak görenler, her şeyden rahatsız olup azap ve sıkıntı çekerler. İnanan insan ise; her şeyin anlamlı, faydalı, hikmetlerle dolu ve Allah’ın tasarrufunda olduğunu bilir. Bunun için kâinattaki her şey kalbine sevimli ve huzurlu yansır. Bir gün Hz. İsa (a.s.) havarileri ile birlikte bir koyun leşinin yanından geçerler. Leşin dayanılmaz kokusundan havariler burunlarını tıkayıp yüzlerini buruştururlarken, Hz. İsa (a.s) onların dikkatini koyunun dişlerine çekerek: “Aman ya Rabbi, şu hayvanın ne güzel, bembeyaz dişleri var” der. Böyle bir hadiseden bile Allah’a açılan bir kapının olduğunu ve O’na işaret ettiğini gösterir.

Yine bir gün Hz. Peygamber ashabıyla beraber yürürken yol kenarında bir köpek ölüsüne denk gelirler. Sahabelerden bazıları manzara karşısında “Bu leş ne kadar da pis kokuyor” demekten kendilerini alamazlar. Bu durum karşısında S.A.V. Efendimizin tepkisi ise hayli farklı olmuştur: “Köpeğin ne güzel dişleri var!”

Allah’ın her işinde bir güzellik, estetik ve bir sanat olduğuna göre; o güzelliği göremeyenlerin zihninde beliren çirkinlik görüntüsü, o şahsın eksik ve yetersiz ilminden ve zayıf muhakemesinden kaynaklanır. Allah’ın yaratması, umum neticelere ve faydalara bakar. İnsan ise, her şeye kendi küçük penceresinden bakar ve elindeki küçük neticelere göre değerlendirir. Meselâ, içine elimizi soktuğumuzda elimizi yaktı diye ateşe “bütünüyle zararlıdır” diyebilir miyiz? Elbette diyemeyiz. Biz onu şerli ve zararlı yapmışız. Biz onun genel neticelerine bakıp faydalı ve lüzumlu olduğuna hükmederiz. Zira elektrik, yağmur, rüzgar veya şeker, tuz gibi maddeler de  böyledir.

Kâinatın özü sevgi olduğundan, nesnelerde onu bize sevdirecek olan yönlerini görebilmek ve bu güzelliği doğrudan yaratana bağlamak büyük bir erdemdir. Kimileri bu dünyaya ilahi isimlere ayna olan bir mekân olarak bakar, kimileri de cennete tarla olarak görür. Kimileri de vardır ki, şehvet ve heveslerinin oyun alanı olarak görür. Bir Müslüman dünyanın ilk iki yönünü sever. Derinlemesine düşünür, ibadet ve tefekkür ile bu açıdan dünyayı değerlendirir. Helal dairede faydalanır ve zevk alır. Dünya sevgisinin tehlikeli olanı ise, şehvet ve heveslerine oyun alanı olarak görmektir. Peygamber Efendimiz, “ Sana safa (huzur ve sevinç) veren şeyi al, üzüntü ve keder veren şeyi de bırak” buyurmuştur. Demek ki insan, daima kendisine huzur veren, moralini ve ümidini arttıran güzel şeylere bakmalı, güzel şeyleri düşünmeli, güzel şeyleri hayal etmelidir. Kendisine keder ve üzüntü veren, yese düşürüp moralini bozan, acı çektiren, kötü ve menfi şeylere bakmamalı; onlarla aklını, fikrini ve hayalini meşgul etmemelidir.

En kötü şeyde bile mutlaka bir iyi taraf vardır. Mesela yarıya kadar su doldurulmuş bir bardak düşünün. İlk bakışta boş olan yarısını mı, yoksa dolu olan diğer yarısını mı görüyorsunuz? Dolu olan tarafı gören insan şükreder. Hadisenin hep iyi tarafını bulup ona bakmaya çalışır. Ve böyleleri, kötü şartlar altında dahi mutlu ve huzurlu olmanın anahtarını elde ederler. Sonra yemek duaları bile Bediüzzaman’ın ki gibi olur:” Bize gösterdiğin numunelerin, gölgelerin asıllarını, menbalarını göster” . Ve eşyanın gerçek hakikatin bir yansıması olduğunu fark ederek, eşya sahibine daha bir samimi yönelir. Çünkü bu konuma gelen insan fark eder ki, burada bir gölgenin başka bir gölgeyi doyurması söz konusudur. Rüyalarda da öyle değil midir? İnsan rüyasında yer, içer. Yediklerinden ve içtiklerinden tatmin olur, lezzet alır. Fakat uyandığı zaman aç olduğunu anlar ve gerçek gıdasını aramaya başlar.

İnsanların birbirini sağcı, solcu, dindar, dinsiz gibi etiketlerle yaftalayarak farklı kutuplara gitmesinin temel nedeni; güzel görmemesi, güzel düşünmemesidir. Böyleleri hayatı bir birine zindan ederler. Karşısındaki hakkında güzel düşünseler, belki kendileri de daha güzel olacaklar. Belki daha güzel yerlere gelecekler. Belki daha başarılı olacaklar. Dünyayı birbirine zindan edenler, hem dünyanın fani olduğunun hem de herkese yetecek kadar geniş olduğunun güzel düşününce farkına varacaklar. İşte o zaman yaşamak yerine yaşatmak isteyecekler. Ve herkes hayatından lezzet alacak. Hem bu dünyada huzurlu olacak, hem de öbür tarafta kardeşine davacı olmadan sonsuz mutluluğu yakalayacak. Aslında asrımızın ihtiyacı olan proje "nasıl güzel düşünürüm" şeklinde olmalıdır.

Bütün bunlardan tekrar anlarız ki, güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır. Uğursuz ve çirkin bakan çirkin düşünür, çirkin düşünen de hayattan elem ve azap duyar. Dolayısı ile sürekli şikâyet eder ve isyankâr olur.
Yusuf Avcu, İnsan Bir Sanattır 1

Yorumlar